“Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş ve olmaya devam edecek bir milletiz.” Mustafa Kemal Atatürk Devamını oku
UTAMER tarafından düzenlenen “Geçmişten Günümüze Ermeniler ve 24 Nisan Gerçekleri” konulu bir konferans Çankırı Karatekin Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü... Devamını oku
10 Kasım 2022 tarihinde saat 20:00’da UTAMER ve Namık Kemal Üniversitesi Akademik Bakış Topluluğu’nun iş birliği ile “II. Dünya Savaşı’nda Türkistan Lejyonu; Kuruluşu, Faal... Devamını oku
Uluslararası Toplum Araştırmaları Merkezi (UTAMER) ve Eksen Sendikası iş birliği ile “Türkiye’nin Milli Güvenliği ve Sınırlarımız” Konulu panel, ATO Congresium’ da gerçekleştirildi. Panelin... Devamını oku
Türk milletinin hür yaşama azminin tezahürü olan Cumhuriyet, milli iradeyi şahısların iradesi üstünde kılarak Türk tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Cumhuriyetimizin banisi Mustaf... Devamını oku
Doç. Dr. Mehmet Korkud Aydın
Töre; hükümdar ve devlet adamlarından halka kadar herkesin uyması gereken siyasi ve sosyal kurallar bütünüdür. İslamiyet öncesi dönemde Türkler için Töre’nin kaynağı “Türk Dini” olarak ifade edilebilecek olan Gök Tanrı inancıdır. Devleti ilgilendiren tüm konularda bir Anayasa işlevi gören Töre, halk için ise ahlaki ve sosyal alanlarda gelenek, görenek, adet ve teamüller olarak karşılığını bulmuştur. Kısaca değerlendirecek olursak Töre hayatın her alanını ilgilnediren ve şekillendiren bir kavramdır. Ziya Gökalp’a göre Türk kelimesi Törü/ Töre kelimesinden türemiştir. Bu varsayım dahi Töre’nin Türkler için ne kadar önemli bir kavram olduğunun anlaşılması bakımından önemlidir.
Töre, Türk kültürünün temelini teşkil etmesi bakımından önemlidir. Ayrıca Türk milletinin yabancı milletlerce tanımlanması hususunda da etkili olmuş bir kavramdır. Nitekim Çin yıllıklarında Türkler törelerine sıkı sıkıya bağlı bir milet olarak ifade edilmişlerdir. Bu bağlılığın bir sonucu olarak Töre’ye uymayanların idam dahil olmak üzere ağır cezalara uğradıkları bilinmektedir.
Hükümdarın iktidarının ve devletin varlığının devamlılığı için Töre’yi oluşturan hukuk kurallarının konulması ve eşitlik ile adaleti esas alacak şekilde bu kurallara riayet edilmesi gereklidir. Bu nedenle Töre, her makamın önünde tutulmuş hatta devletin varlığından bile üstün kabul edilmiştir. Bu anlayış doğrultusunda Türkler töresini kaybetmiş bir milletin yok olmuş sayılacağını kabul etmişler ve Töre’yi yasa yapıcılardan biri olan hükümdardan dahi korumak için “Töre konuştumu Han susar!” demişlerdir.
Töre’nin her makamdan ve hatta devletten üstün tutulması, Töre buyruğunun hükümdarları susturması, Türklerde adalet anlayışına verilen kıymeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Adalet kavramına yapılan bu vurgu ise, günümüzde demokrasiyi benimsemiş devletler için esas olan “Hukukun Üstünlüğü” anlayışı ile izah edilebilir.
Eski Türk devletlerini idare eden Kağanlar, hukukun üstünlüğü ilkesine riayet etmişler ve halka karşı hesap vermek gibi modern dünyanın belkide son yüzyıldır alışkanlık haline getirdiği bir eylemi binlerce yıl öncesinde ortaya koymuşlardır. Nitekim Orhun Yazıtları eski Türkleri tanımak ve anlamak için önemli bir tarihi kalıntı olmasının yanı sıra, hükümdarın halkına hesap vermesi hususunda da önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Töre’nin Kaynakları
Eski Türklerde töre koyucuların başında kağanlar gelmektedir. Kağanlardan sonra ise Kurultay Töre koyan bir başka güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Hükümdar ve meclisin kanun koyması devlet geleneği açısından sıradan bir görüntü arz etse de, Töre’yi farklı kılan en önemli husus halkın da bu kavramı şekillendirmiş olmasıdır. Halk arasında kendiliğinden ortaya çıkan ve zamanla yerleşen gelenek ve görenek kuralları Yosun olarak ifade edilmiş olup, Kağanların iradesiyle Yosunlar da Töre’nin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu durum Kağanların devlet idaresinde halkın tasarruflarını dikkate aldığını gösteren önemli bir örnektir ve Türk töresinin önemli hususiyetlerinden birini oluşturmaktadır.
Töre’nin nasıl şekillendiği konusunda daha ayrıntılı bir bilgiye sahip olmak adına yukarıda bahsedilen Töre koyucuları değerlendirmek faydalı olacaktır. Haliyle ilk olarak Kağan tarafından hukuk kurallarının nasıl konulduğunu incelemek gereklidir.
Kağan’ın iktidar kaynağı ilahi bir mahiyet taşımaktaydı. Gök Tanrı’dan kut (egemenlik) alan Kağan, İl’i ve budunu idare etme hakkına sahipti. Bu anlayış hükümdarlık makamına bir kutsiyet atfettiği için Töre’nin şekillenmesinde öncelikli role sahip olanlar da Kağanlardı. Ayrıca Töre koymak Kağanlar için bir görevdi. Kağanın Töre koyma görevi Orhun Yazıtlarında; “… Amcam Kağan oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti.”, “… İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutuvermiş, düzenleyivermişler” gibi ifadelerle belirtilmiştir. Kağanlar Töre’yi oluşturan yasaları koyarken Törenin iyiliği kuralına da riayet etmeli, halkın ve devletin ihtiyaçlarını ve geleceğini gözetmek zorundaydılar.
Bahaddin Ögel, Eski Türk devlet anlayışında bir Kağan’ın başlıca iki özelliği olması gerektiğini vurgulamıştır. Buna göre Kağan öncelikle “bilge” olmalıdır. Kağan’ın taşıması gereken ikinci özellik ise “Alp” yani cesur ve savaşçı olmaktır. Bilge ve Alp bir kağan Töre’yi koruyacak, milletinin refah ve iyiliğini sağlayabilecektir.
Töre’yi ortaya çıkaran bir diğer kaynak ise Kurultay’dır. Kurultay günümüzde Meclis kavramını karşılamaktadır. Eski Türkler ile ilgili sağlıklı bilgilere ulaşmamız açısından önem arz eden Çin yıllıklarında Türklerin devlet işlerinin tanzim edildiği ve dini törenlerin gerçekleştirildiği üç farklı toplantıdan bahsedilmektedir. Bu toplantılardan biri dini mahiyette olup yılın ilk ayında hükümdar sarayında düzenlenmekteydi. İkinci toplantı ilkbaharda, üçüncü toplantı ise sonbaharda yapılmaktaydı. Üçüncü toplantı devletin askeri gücü, insan kaynakları ve hayvan mevcudunu tespit etmek maksadıyla gerçekleştiriliyordu.
İlkbaharda yapılan toplantı aynı zamanda hükümdarın iktidarının tasdik edildiği toplantı olması bakımından diğerleri arasında en önemli olanıydı. Ayrıca bu toplantıda ülke meseleleri konuşulur ve bu meseleler ile ilgili kararlar alınırdı. Toplantıya hükümdarın yanı sıra tüm devlet adamları, Türk boyları ile yabancı kavimlerin temsilcileri de katılırlardı.
Kurultay olarak anılan bu mecliste tek söz sahibi Kağan değildi. Nitekim hükümdar ailesi dışından seçilen Üge veya Aygucı ünvanlı kimseler meclis idaresinde yer almaktaydılar. Mecliste Devlet adamları Kağan’ın taleplerini reddedebilirlerdi. Bilge Kağan’ın Kurultay’a iki teklif sunduğu ve bu tekliflerin reddedildiği bilinmektedir. Bilge Kağan’ın Kurultay tarafından reddedilen teklifleri ise; şehirlerin surlarla çevrilmesi ve Budizm ile Taoizm’in yayılması idi. Her iki teklifin de Türk milletinin alışkanlıkları ile çeliştiği göz önünde bulundurulursa, Kurultay’ın Türk töresini bizzat Kağan’ın iradesinden koruduğu anlaşılacaktır. Bu hususta Kağan’ın Kurultay kararına, haliyle Töre’ye boyun eğmesi ise takdire şayan bir davranış olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Kurultay’ın Töre koyucu bir makam olması bu kavramın mutlak değişmez olmadığını göstermesi bakımından da önemlidir. Nitekim Töre sınırları belli olmakla birlikte dönemin şartlarına göre değişikliğe uğrayabilmektedir.
Hükümdar en önemli yasa koyucu olsa da, Kurultay’ın Töre sınırları içinde hükümdarların üzerinde sahip olduğu nüfuza dair bir diğer önemli örnek ise Kağan’ın Kurultay’ın kararı ile tahta çıkması veya indirilmesidir. Nitekim Çin kaynaklarında T’a-po olarak anılan ve 581’de ölen Göktürk Hakanı’nın yerine, vasiyet ettiği Ta-lo-pien’in geçmesi annesi Çinli olduğu için Kurultay tarafından töreye uygun görülmemiştir.
Uygurlar’da da meclisin benzer uygulamaları olduğu bilinmektedir. Nitekim Uygur Meclisi, hükümdarlığa idareciler veya komutanlar arasından kudretli olduğuna kanaat getirilen kimseleri seçme hakkına sahipti.
Eski Türklerde meclise atfedilen bu önem yabancı araştırmacıların da dikkatini çekmiş, Kurultay bu haliyle “Devlet Meclisi” veya “Millet Meclisi” olarak tanımlanmıştır. Kurultay’a ek olarak Hazarlar’ın “İhtiyarlar meclisi” ve Peçeneklerin “Komenton”ları da eski Türkler de meclisin millet meclisi olarak görev yaptığını ve Töre’yi koruyan bir vasfı olduğunu gösteren örneklerdir.
Töre’nin şekillenmesinde halkın rolü ise üçüncü bir kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır. Halkın süreç içinde geliştirdiği alışkanlıklar Yosun olarak nitelendirilmiş ve Türk töresinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Günümüzde medeni kanunun ilgi alanına giren Yosun ile şahıs, aile ve miras hukuku kuralları ortaya çıkmıştır.
Yosun kavramı incelendiğinde, Türklerin toplumsal yaşantılarını saran, günlük hayatın her alanını kuşatan bir yönü olduğu anlaşılmaktadır. Kadın haklarından evlilik sözleşmelerine ve miras haklarına, insanların günlük hayatta uymaları gereken kurallara kadar her şey Yosun ile belirlenmiştir. Elbette Yosunların yasalaşıp Töre halini alması için Kağan’ın iradesi gereklidir. Bu durum çağdaşlarının aksine eski Türk devlet geleneğinde halkın yasa yapıcı bir mahiyeti olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Töre’nin ortaya çıkmasında Kağan, Kurultay ve halkın görev ve sorumlukları bulunduğu aşikardır. Bununla birlikte Töre’nin ortaya çıkmasında olmazsa olmazhusus ise kuralların adil olması zorunluluğudur. Zira toplumsal düzeni ve halkın refahını sağlamak arzusu ile belirlenmiş olan bu kuralların mutlaka adaletli olması gereklidir. Bu gerekliliğin önemli bir sonucu ise Töre karşısında herkes eşit kabul edilmesidir. Günümüzde kanun önünde eşitlik anlayışı ile izah edilebilecek bu durum, eski Türk devlet geleneğinde kanunların her koşulda uygulanması, haklıya hakkının verilmesi suçlunun ise mutlaka cezalandırılması suretiyle uygulamada karşılığını bulmuştur. Söz konusu anlayış doğrultusunda Türkler devletin temelini doğruluk ve adalet olarak kabul etmişlerdir.
Türklerin İslamiyet’in Kabulü Karşısında Töre
Türkler Gök Tanrı dinine mensup iken sahip oldukları Töre anlayışını İslam’ı kabul ettikten sonra da muhafaza etmişlerdir. Özellikle hükümdarlığın Tanrı tarafından bahşedilen bir güç olduğu inancını ifade eden Kut anlayışını Müslüman Türk devletlerinde de görmekteyiz. Osmanlı Devleti zamanında hanedan mensuplarının idam edilmeleri durumunda kanlarının akıtılmayarak boğulmaları geleneği de yine bu anlayışın devam ettiğini gösteren bir örnektir. Üstelik Halifelik makamının Osmanlı Devleti’nin uhdesi altına girmesi ile hükümdarın Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olması yönündeki anlayış İslami bir dayanakta bulmuştur.
Müslüman Türk devletlerinde Töre varlığını sürdürmeye devam etmiş olsa da bu durumun İslam’ın kurallarını ifade eden Şeriat hükümleri karşısında bir ikilik yarattığı da görülmektedir. İslam ile uyumlu olmayan temel kurallar kendiliğinden ortadan kalkmış olmakla birlikte hükümdarlar şeriat dışında kalan konularda Töre kurallarını uygulamaya devam etmişlerdir. Bu durum Töre’nin örfileşmesi şeklinde de izah edilebilir. Nitekim Osmanlı padişahlarının Şeriat dışında örfi kanun olarak adlandırılan ve Töre’ye dayanan bir kurallar bütününü uyguladıkları bilinmektedir.
Müslüman Türklerin Töre kavramına yaklaşımını en berrak hali ile bize sunan şüphesiz Yusuf Has Hacib’tir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i Türklerin Müslüman oldukları dönemde Töre kavramına bağlılıklarını nasıl muhafaza ettiklerini de göstermektedir. Öncelikle Töre yapmanın önemine değinecek olursak bu konuda Kutadgu Bilig’de şu dizelere yer verildiğini görebiliriz;
‘Bilig kimde erse ajun begleri
Törü edgü urmış kişi yiğler.’
(“Dünya beylerinden hangisi bilgili olmuşsa,
İyi töre koyanlar ve iyilikte ileri gelenler onlar olmuştur)
Bu ifadeden hareketle Türklerin İslam’ı kabul ettikten sonra da, hükümdarların “bilge” olması ve Töre koyması konusunda eski devirlerle aynı anlayışı sürdürdükleri söylenmelidir. Ayrıca Yusuf Has Hacib tarafından Müslüman Türk hükümdarlarında aranan özellikler şu şekilde izah edilebilir. “...bilge, akıllı ve bilgili olmalı; cesaretli, kuvvetli ve kahraman olmalı, asil soydan gelmeli, dürüst olmalı ve doğruluktan ayrılmamalı; faziletli olmalı, sözünde durmalı, eli açık olmalı; yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve haya sahibi olmalıdır; … zalim olmamalı, merhametli ve şefkatli olmalı, yalancı olmamalı ve yalandan hoşlanmamalı; dili yumuşak olmalı; mağrur ve kibirli olmamalı; tok gözlü olmalı… Tanrı’ya kulluk etmeli, ibadet etmeli… kılıcı elden bırakmamalı; dünya malına değer vermemeli… fani olduğunu unutmamalıdır..” Bu kıstaslardan anlaşılacağı üzere Türkler Müslüman olduktan sonra da Töre ile bağlarını muhafaza etmişlerdir.
Kutadgu Bilig’de Töre’yi belirleyen adalet ile ilgili tasvirlerde yapılmıştır. Eserin dört kahramanından biri olan ve adaleti temsil esen isim hükümdar Kündoğdu Han’dır. Devlet “birbirine bağlanmış üç ayağı üstünde olan gümüş bir taht” olarak tasvir edilmiştir. Tahtın güçlü olması için ise bu üç ayağın sağlam olması gerektiği vurgulanmıştır. Söz konusu bu üç ayak ise şüphesiz bugün ki ifadesi ile yasama, yürütme ve yargı erklerini ifade etmektedir. Tahtın temel direği ise doğruluk ve adaleti temsil etmektedir. Buna göre Hükümdar insanları adalet önünde eşit kabul etmeli ve ayrım yapmamalıdır. Zulme uğrayana hakkı verilmeli, haksızlık yapan ise cezalandırılmalıdır.
Yusuf Has Hacib’in dışında Büyük Selçuklu Devleti Veziri Nizamü’l Mülk’de Siyasetname isimli eserinde Sultan Tuğrul, Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah üzerinden verdiği örneklerle Türk töresinin icabı olarak hükümdarların şefkatli, himmet sahibi ve yüzü halka dönük kimseler olmaları gerektiğini söylemiştir. Nitekim bu anlayış Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinde de etkili olmuş, Beyler meclis kurup devlet meselelerinde istişarede bulunmuş ve devlet adamlarından halka kadar herkese eşit davranmaya özen göstermişlerdir.
İslamiyet’in kabulünden sonra da Türklerde meclis geleneğinin sürdüğü bilinmektedir. Bu dönemde Kurultay gibi genel bir toplantı yerine şölenler düzenlenmiş ve halk bu merasimlere katılmış, devlet işleri ise Divan adı verilen meclislerde görüşülmüştür. Bu haliyle Divan’ın meclis yerine daha çok bakanlar kurulunu karşıladığını söylemek doğru olacaktır. Divan’a katılan vezirlerin devlet yönetiminde söz sahibi olmaları bu müessesenin de Töre koymaya muktedir olduğunu göstermektedir. Ancak Divan’ın Töre koyma konusunda Kurultay kadar etkili olmadığını belirtmekte bir zarurettir.
Töre’nin uygulanışı konusunda Osmanlı Devleti’nin uygulamaları incelendiğinde öncelikle Şeriat karşısında bir orta yol olarak Töre’nin örfileşmesi gibi bir anlayışın ortaya çıktığı, 17. yüzyıla kadar örfi kanunların bu yüzyıldan sonra ise şeri kanunların devlet idaresinde ağırlık kazandığı görülmektedir. Özellikle Osmanlı hanedanının ilk yıllarında devlet neredeyse tek başına Töre kuralları ile idare edilmiştir. Türklerin devlet idaresinde Töre’yi uzun süre muhafaza etmiş olmaları Türk devletlerinin Arap devlet teşkilatından farklı bir mahiyet taşımasını mümkün kılmış ve Türk Müslümanlığı gibi bir anlayışı beraberinde getirmiştir. Ancak 17. yüzyıldan sonra Halifelik Sancağının İstanbul’a gelmesi ile birlikte süreç içinde Töre’nin uygulamadaki etkinliği azalmıştır. Bu durum devlet idaresinde etkili olmuş fakat halk nezdinde Töre; örf ve adetlerle varlığını sürdürmeyi başarmıştır.
Töre’den Anayasa’ya
Yakın tarihimiz incelendiğinde Şer’i ve Örfi hukukun dışında bir anlayışla ortaya çıkan ilk kanunlaşma hareketi; bir devre ismini veren Tanzimat Fermanı (1839) ile başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısında gerilemekte olduğu bu dönem içinde kanun çalışmalarında Batılı normlar dikkate alınmıştır. Yine Tanzimat Döneminde temelleri II. Mahmut tarafından atılmış olan Vekiller Heyeti (Bakanlar Kurulu) ve danışma meclis gibi kurumlar ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Tanzimat Fermanı’nın ulaşmak istediği amacı ifade etmek üzere “Kanunlar karşısında Vezir’den Çoban!a herkesin eşit olması” arzusu, bu dönem kanunlaşma çalışmalarında halen Türk töresinin devlet idaresinde etkili olduğunu göstermektedir.
1879 yılında ise Osmanlı Devleti Meşrutiyet yönetimine geçiş yapmış ve bu doğrultuda Kanun-i Esasi’yi ilan etmiştir. Kanun-i Esasi Türklerin ilk yazılı Anayasası olması bakımından önemlidir. Kanuni Esasi’de Devletin Dili’nin devletin asli unsuru olan Türklerin dili olarak tanımlanmış olması, Türk milleti için önemli bir husustur. Zira Türk ilinde Türk dili Anayasa güvencesi altına alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz şartlar karşısında ilk meşrutiyet denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, 1908’de bir halk hareketiyle II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve Anayasa kavramı Osmanlı toplumu tarafından bu tarihten sonra gerçek manada kabul edilmiştir.
Anayasa kavramını değerlendirirken bunu sadece Batı kaynaklı bir kavram olarak ele almak hatalı bir yaklaşım olacaktır. Zira Türk Milleti Anayasa ile Töresini yazılı olarak güvence altına almıştır. 1921 ve 1924 tarihli Anayasa çalışmaları ise bu durumun en önemli ispatı olarak karşımızdadır. 1921 Anayasası Türk milleti istiklalini muhafaza etmek için savaşırken, 1924 Anayasası ise yeni yönetim biçimi olarak Cumhuriyeti benimsedikten sonra hazırlanmıştır.
Sonuç Yerine
Töre ile ilgili yazılanlar göz önünde bulundurulduğunda; Töre toplumsal hayatı ve devlet idaresini kuşatan bir kurallar bütünüdür. Öncelikle; “Türk İlini Kaybeder ama Töresini Kaybetmez” düsturundan hareketle Töre’nin devletten daha yüce kabul edildiği sonucuna ulaşılmaktadır. Ayrıca; “Töre Konuşunca Han Susar” deyiminden hareketle Töre’nin Tanrı’dan kut aldığına inanılan hükümdar ve ailesinden de önemli olduğu anlaşılmaktadır.” Türk milleti; “Allah Devlete ve Millete zeval vermesin” derken yine bu anlayışı ifade etmiştir. Nitekim aslolan millettir. Millet Devleti kurar, Devlet ise milleti yaşatır. Hükümdarlar veya modern zamanın siyasi figürleri bu noktada sadece devletin iktidar aygıtını geçici olarak yine milletin iyiliği için kullanması gereken kimselerdir. Şahsı adına iş yapan liderler Türk töresine göre millet eliyle iktidardan mahrum bırakılması gereken kimselerdir. Ayrıca Türk Töresi “bilge” lider olmak için lazım gelen vasıfları da açık bir şekilde ortaya koymuştur. “Bilge” lider, öncelikle Türk Töresine sadık, dürüst, güvenilir, adaletli, merhametli olmalıdır.
Töre ışığında devlet idaresi ise yine adaleti esas alan bir anlayış doğrultusunda gerçekleştirilmelidir. Yusuf Has Hacib’in neredeyse bin yıl önce işaret ettiği “tahtın üç ayağı” olan ve iktidarı kuvvetli kılan yasama, yürütme ve yargı güçlerinin bağımsız olması bu esasın gerçekleşmesi için olmazsa olmazdır. Özellikle adaletin devlet adamlarından vatandaşa kadar herkese eşit bir şekilde sağlanması ve adaleti tesis etmekle görevli makamların kanunlar dışında hiçbir irade karşısında eğilmemesi bir zarurettir.
Devlet idaresinde istişare Töre’nin temellerinden biridir. Yönetim tek bir kişinin şahsi iradesi yerine, ehliyet ve liyakat sahibi devlet adamları ve halkın katlımı ile gerçekleştiği ölçüde Töre karşılığını bulacaktır. Bu konuda Kurultay ve Yosun kavramları tekrar tekrar incelenmelidir.
Devletin varlığı ve görevleri de Töre’nin konuları arasındadır. Devlet nedir? Devletin görevleri nelerdir? Bu soruları en azından 19. yüzyıla kadar hükümdarın vasıfları ölçüsünde cevaplamak mümkün olmuştur. Ancak modern kanun çalışmalarının başladığı andan itibaren bu sorulara cevap aramak güçleşmiştir. Türk milletinin devletine olan bağlılığı ve yüklediği kutsiyet ölçüsünde bu kavram ne yazık ki suiistimale açık hale gelmiştir.
Günümüzde moda olan bir tabir, Türk insanının devlete olan bakışını ciddi ölçüde değiştirmiştir; “Derin Devlet”. Derin Devlet kabulü, devletin yer altında gizli sahiplerinin olduğu ve bu kimselerin millet adına kararlar aldığı inancını ortaya çıkarmıştır. Türk töresinde yeri olmayan bu anlayış Soğuk Savaş döneminde türemiş ve Türk kamuoyu tarafından da yakından bilinen “Gladio” yapılanmasının bir mahsulü olarak karşımıza çıkmıştır. Kızıl ve yeşilin her tonunun hüküm sürdüğü Gladio yapılanmasını devletin sahibi olarak kabul ettirmeye çalışmak ise Türk milletinin aklı ile alay etmekten başka bir şey değildir. Zira Türk devletinin tek sahibi Türk milletidir. Türk Kurultayı veya Türk Yosununu ortaya çıkaran anlayış, kendini devletin sahibi kabul eden karanlık yapıların varlığını asla kabul edemez.
Derin devlet kavramını ortadan kaldırmak ve Türk Töresini hakim kılmak için yapılması gereken en önemli iş ise Türk milletine devletin tanımını ve kutsiyetini tekrar hatırlatmaktır. Öyleyse Devlet nedir? Devlet; milletin varlığını korumak için çalışan soyut bir mekanizmadır ve milleti yaşattığı için kutsaldır. Devletin görevi toplumun güvenliğini ve refahını sağlamak, geleceğini güvence altına almaktır. Devlet bu görevi yerine getirirken adalet mevhumunu en önde tutmalıdır.
Son Söz
Meşrutiyetin ilanı ile başlayan Türk İnkılabı sürecinin en önemli meyvelerinden olan cumhuriyet ve demokrasi, Türk Töresine uygun kavramlardır. Töre’nin Kurultaylarda devlet adamlarının katkılarıyla değişebildiği, mutlak adaleti ve iyiliği sağlaması gerektiği ve halkın alışkanlıkları ile şekillenebildiği kabulünden hareketle; süreç içinde -çağın gerekliliklerinin de etkisi ile- Türk Töresi Cumhuriyet ile tekrar karşılığını bulmuştur. Mustafa Kemal Atatürk ise gerek Türk İstiklal Harbine liderlik ederek gerekse Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleştirdiği yeni düzen çalışmaları ile Türk töresini yaşatan ve koruyan bir “Başbuğ” olmuştur.
Kaynaklar
Serdar Uğurlu, Kaan Yılmaz, “Türk Devlet Yönetme Geleneğinde Töre’den Örf’e Değişim”, Electronic Turkish Studies, Cilt:6 Sayı:2 Yıl: 2011, s.s. 949-972, s. 954
Ziya Gökalp, Türk Töresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1976, s 12 vd.
Mehmet Mandaloğlu, “Eski Türklerde Çocuk Hukukunun Töreye Göre Değerlendirilmesi”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, C,lt: 10 Sayı: 2 Yıl: 2013, s.s. 133-147, s. 136
Aybars Pamir, “Orta-Asya Hukukunda Töre Kavramı” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 58 Sayı:2 Yıl: 2009, s.s. 359-375, s. 360
Bahaddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 4. Baskı, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Yayınları, İstanbul 2001, s. 129
Abdülkadir Donuk, “Türklerde ve Moğollarda Meclis Geleneği”, Tarih Dergisi, Sayı:52 Yıl:2010/2, s.s. 1-12, s.6-7
Kemal Göde, “Dünden Bugüne Türkler’de Meclis Hayatı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt:3, Yıl: 1998, s.s. 51-62, s. 53-54
Kemal Göde, “Dünden Bugüne Türkler’de Devlet Başkanlığı Anlayışı”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3 Yıl: 1986, s.s. 195-221, s.202
Belkıs Konan, “ İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Açısından Osmanlı Devletine Bakış”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 15 Sayı: 4 Yıl:2011, s.s. 253-288, s.274-276
Müzehher Yamaç, “İlk Anayasa (1876 Kanun-i Esasi), BJSS Balkan Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 3 Sayı: 5 Yıl:2014, s.s. 54-68, s.60
Doç. Dr. Mehmet Korkud Aydın Bağlantısızlık Fikrini Ortaya Çıkaran Tarihi Koşullar II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD ve Sovyet Rusya arasındaki rekabet, Soğuk Savaş sürecini başlatmıştı. Dün... Devamını oku
Doç. Dr. Mehmet Korkud Aydın
1.Giriş***
I. Dünya Savaşı sırasında patlak veren Şerif Hüseyin isyanı Ortadoğu’nun ve Arapların kaderini olumsuz etkileyen önemli bir gelişme olmuştur. İsyanın bir sonucu olarak Ortadoğu’daki Osmanlı Devleti egemenliği sona ermiş, bu isyana katılan Arap kabileleri bağımsızlıklarına kavuşmak yerine İngiltere ve Fransa’nın manda-himaye yönetimleri altına girmişlerdir. Zirâ henüz I. Dünya Savaşı sürerken İngiltere ve Fransa arasında imzalanmış olan ve Ortadoğu’yu paylaşmayı öngören Sykes-Picot Gizli Anlaşması doğrultusunda bölge, bu iki ülke arasında parçalanmıştır. Bu durum Araplar arasında bir birliktelik kurulmasını engellemiştir. Ayrıca, Arabistan’da Suud ailesi yönetimi ele geçirip Şerif Hüseyin’i tasfiye edince, Şerif Hüseyin’in ailesine mensup krallar tarafından yönetilen Irak ve Ürdün gibi ülkelerde Suudi Arabistan’a karşı bir tepki ortaya çıkmıştır. Gerek bu tepki gerekse İngiltere ve Fransa’nın bölge üzerinde çok sayıda Arap devleti kurmuş olmaları, Araplar arasında bir kader birliği kurulmasını da imkânsız hale getirmiştir.
Suudi Arabistan ile Irak’ın 1936’da imzaladıkları anlaşma, Suud ailesine yönelik tepkilerin ortadan kalkması ve Arapların birlikte hareket etmesi adına ilk ve önemli bir adım olmuştur. Bu anlaşma ile tarafların birbirlerine karşı herhangi bir saldırıda bulunmamaları, üçüncü bir devletin olası saldırısı karşısında, saldırıya uğrayan devlete yardım edilmesi, taraflar arasındaki sorunların barışçıl yollar ile çözülmesi ve kültürel konularda da bir iş birliğinin sağlanmasına karar verilmiştir. Ancak bu dönemde Arap devletlerinin neredeyse tamamı manda sistemi altında bulundukları için Araplar arasında siyasi bir ittifak kurulması yine mümkün olmamıştır. Arapların birlikte hareket edebildikleri tek konu ise Filistin Meselesi olmuştur.
2. Arap Birliği’nin Kuruluşu ve Temel Faaliyetleri
Ortadoğu’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra önemli gelişmeler yaşanmıştır. Arap devletleri bağımsızlıklarını kazanmış ve devlet politikalarını Arap Milliyetçiliği çerçevesinde şekillendirmişlerdir. Bu gelişme, Arap Birliği’nin kurulması adına önemlidir. Özellikle Filistin Meselesi ile ilgili olarak Batılı devletlere karşı duyulan güvensizlik ile Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulacağı yönündeki endişe, Arap milliyetçiliğini güçlendiren ve Arap Birliği’ni ortaya çıkaran psikolojik unsur olmuştur.
1945 yılının Şubat ayında, Filistin Meselesi Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz ve ABD Başkanı Roosevelt arasında gerçekleştirilen görüşmede gündeme gelmiş, Roosevelt Abdülaziz’e Arapların endişelenmesine gerek olmadığını söylemiş ve Filistin’de Yahudi devletinin kurulmayacağına dair söz vermiştir. Fakat Roosevelt 12 Nisan 1945’te hayatını kaybetmiş ve bu söz, yeni ABD yönetimince unutulmuştur. Neticede ABD’nin de desteği ile İsrail, 1948 yılında kurulmuştur.
Roosevelt ve Kral Abdülaziz arasında gerçekleştirilen görüşmeden sonra Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Irak, Lübnan, Ürdün, Kuzey Yemen ve Filistinli Arapların temsilcileri, Kahire’de bir araya gelmişlerdi. Söz konusu devletler burada Arap Birliği’nin misakını hazırlayarak 22 Mart 1945’te Arap Birliği kurmuşlardı. Arap Birliği’nin amaç ve hedefleri ise şunlardı:
1- Taraf devletler arasındaki bağları güçlendirmek,
2- Taraflar arasında iş birliğini sağlayabilmek için siyasi faaliyetlerde uyumlu olmak,
3- Bağımsızlık ve egemenliğin korunması için karşılıklı iş birliği yapmak,
4-Arap ülkelerinin menfaatlerini ve refahını koruyan, geliştiren faaliyetler içinde olmak,
5-Ticari, mali, zirai alanlarda, sanayide ve gümrükte iş birliğini sağlamak,
6-Ulaştırma, kültürel, sosyal, adli ve sağlık konularında işbirliği içinde olmak.
Arap Birliği II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği dönemde kurulmuştur. Arap Birliği’ne üye olan devletler içinde İngiliz mandası altında olanların bulunması, bu teşkilatın İngiltere’nin arzusu ile ortaya çıktığını göstermektedir. Fakat II. Dünya Savaşı’nın ardından Arap Birliği, kuruluşundaki İngiliz etkisinin aksine, sömürgecilik ile mücadele eden bir teşkilat görünümünü kazanmıştır.
Arap Birliği’nin faaliyete geçtiği dönemde teşkilatın gündem maddesi, Filistin Meselesi olmuştur. İsrail’in kuruluşunun hemen ardından Arap devletlerinin İsrail’e karşı ortak bir saldırıya geçmelerinde etkili olan kuruluş da Arap Birliği olmuştur. Nitekim İsrail ile mücadele etmek amacıyla, Arap Birliği çatısı altında ortak bir komutanlık kurulmuştur. 2 Haziran 1964 tarihinde ise yine Arap Birliği’nin girişimlerinin bir sonucu olarak Filistin Kurtuluş Örgütü faaliyete geçmiştir. 1976 yılındaysa yine İsrail’e karşı, Arap Barış Gücü kurulmuştur. Arap Barış Gücü’nün ilk görevi ise Lübnan’daki iç karışıklıklara müdahale etmek olmuştur.
Arap Birliği içinde en büyük nüfuza sahip olan ülke ise Mısır’dır. Teşkilatın merkezi Mısır’ın başkenti olan Kahire’dir. Mısır’ın teşkilat üzerindeki nüfuzu, Enver Sedat döneminde sarsılmıştır. Sedat’ın ABD’nin girişimleri sonucunda İsrail ile Camp David Antlaşmalarını imzalaması ve İsrail ile uzlaşması, Arap Birliği üyesi olan devletlerin tepkisini çekmiştir. Öncelikli olarak Arap devletleri Mısır’a karşı boykota girişmiş; Mısır, hali hazırda genel sekreterlik makamını üstlenerek liderliğini yaptığı Arap Birliği’nden ihraç edilmiştir. 27 Mart 1979’da Bağdat’ta toplanan Arap Zirvesinde ise Mısır’a yönelik şu kararlar alınmıştır:
1-Arap devletlerinin Mısır ile diplomatik ilişkilerini kesmesi ve bu çerçevede büyükelçilerin Kahire’den ayrılmaları,
2-Arap Birliği merkezinin Kahire’den Tunus’a taşınması,
3-Mısır’ın Arap Birliği’nin yanı sıra Bağlantısızlar Hareketi ve İslam Konferansı Örgütü’ndeki üyeliklerinin de askıya alınması,
4-Mısır-İsrail uzlaşmasındaki rolü dolayısıyla ABD’nin kınanması,
5-Mısır’a sağlanan ekonomik yardımların ve ticari kolaylıkların iptal edilmesi.
Söz konusu kararlar Arap ülkelerinin İsrail ile uzlaşması nedeniyle Mısır’a ne kadar öfkeli olduklarının bir göstergesidir. Daha da önemlisi Arap ülkeleri, Mısır’ı Filistin davasına ihanetle suçlamışlardır. Ancak, Enver Sedat’ın 1981 yılında bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından, Mısır’ın İsrail ile uzlaşan politikaları değişmiştir. Hüsnü Mübarek’in iş başına gelmesiyle birlikte Mısır, Arap Birliği üzerindeki etkinliğini tekrar kazanmıştır.
Arap Birliği günümüzde etkinliğini sürdüren ve Ortadoğu siyasetinde etkisi olan bir kuruluştur. 1967 tarihli Arap-İsrail Savaşı’nın ardından Arap Milliyetçiliği anlayışının zayıflaması ve Arap Devletleri’nde İslamcı grupların etkinliğinin artması, Arap Birliği’nin politikalarını da etkilemiştir. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte, Arap Birliği üyesi ülkeler arasındaki ideolojik çekişmeler de ortadan kalkmıştır. Bu nedenle Soğuk Savaş sonrasında Arap Birliği’nin Araplar arasındaki birlikteliği sağlama konusunda daha başarılı olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
3. Türkiye’nin Arap Birliği’ne Yönelik Yaklaşımları
Türkiye’nin Arap Birliği’ne yönelik yaklaşımları, Türk Dış Politikasının Ortadoğu politikalarının bir parçası olma özelliğini taşımaktadır. Sovyet Rusya’nın II: Dünya Savaşı’nın ardından, 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk Anlaşması’nı yenilememe kararı alması, Türkiye’den Kars ve Ardahan’ın kendisine verilmesi ile birlikte Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi, Türkiye’nin takip ettiği dış politikanın güvenlik odaklı bir mahiyet kazanmasına neden olmuştur. Nitekim Türkiye bu gelişme karşısında İngiltere ve ABD ile yakınlaşma ihtiyacı hissetmiş ve süreç içinde Batı Blokunun doğal bir üyesi haline gelmiştir. Türkiye’nin Batı Bloku ekseninde takip ettiği dış politika, Ortadoğu ve Araplar ile ilgili yaklaşımlarını da doğrudan etkilemiştir.
II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş döneminde Ortadoğu üzerindeki İngiliz ve Fransız sömürgeciliği sona ermiş ve ortaya çıkan boşluğu ABD ile Sovyet Rusya doldurmak istemiştir. Bölge, iki büyük gücün rekabet alanı haline gelmiş ve Arap ülkeleri de bu rekabet ortamında ABD veya Sovyet Rusya ile geliştirdikleri münasebetler doğrultusunda vaziyet almışlardır.
Türkiye, bu dönemde gerek dış politikada ABD ile uyumlu bir görüntü içinde olmak, gerekse Ortadoğu’da gerçekleşmesi muhtemel çatışmaların dışında kalmak arzusu ile hareket etmiş ve Araplarla olan münasebetlerini de bu çerçevede belirlemiştir. ABD’nin bölge ile ilgili geliştirdiği politikalar ise Sovyet Rusya’nın yayılmasını engellemek ve İsrail’in güvenliğini sağlamak yönünde olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye ile Arap Birliği üyesi ülkeler arasındaki ilişkileri bozan önemli iki gelişme, Türkiye’nin 1948 yılında kurulan İsrail’i tanıması ve 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya katılması olmuştur. Özellikle Sovyet Rusya ile yakın bir münasebet içinde olan Mısır ve Suriye gibi Arap Birliği üyesi olan devletler, Türkiye’yi takip ettiği dış politika yüzünden “Batı’nın Jandarması” olmakla itham etmişlerdir.
Türkiye İsrail kurulmadan önce, Filistin meselesinde bölgedeki Arapları destekleyen bir politika takip etmiştir. Nitekim BM’de 1945-1947 yılları arasında gerçekleştirilen Filistin konulu toplantılarda Türkiye Arapların tezini desteklemiştir. Üstelik Türkiye 1947 yılının Kasım ayında BM gündemine getirilen ve İsrail’in kuruluşuna neden olan taksim planına da muhalefet etmiştir. Ancak Türkiye, İsrail kurulduktan sonra başlayan Arap-İsrail Savaşı’nın bir sonucu olarak toplanan Filistin Uzlaştırma Komisyonu’na katılmış ve bu komisyondaki faaliyetleri nedeniyle Arap Birliği üyesi olan ülkelerin tepkisini çekmiştir. Zira Türkiye, komisyon çalışmaları sırasında Filistin konusunda ABD ve Fransa ile birlikte hareket etmiştir. Türkiye, komisyon çalışmalarında ortaya koyduğu yaklaşımını, İsrail kurulduktan sonra da sürdürmüş ve 28 Mart 1949 tarihinde İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur. Türkiye böylece Batılı ülkeler ile yakınlaşmış; fakat Arap Birliği üyesi ülkeler nezdinde sıkıntılı bir duruma düşmüştür.
Türkiye’nin Arap Birliği üyesi ülkeler ile siyasi çatışmalar yaşamasına neden olan bir diğer önemli gelişme ise Bağdat Paktı’nın kurulması olmuştur. Bağdat Paktı’nın kuruluşu ve Irak’ın bu birliğin bir üyesi olması, Arap Birliği içinde bir ayrılığın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Soğuk Savaş döneminde Arap Birliği’nin lideri konumuna gelen Mısır ve Mısır lideri Nasır, Batı Blokunun bölgede hâkimiyet kurmak adına Bağdat Paktı’nı teşkilatlandırdığını savunmuştur. Bu doğrultuda Türkiye, bir kez daha Batı dünyasının jandarmalığını yapmakla itham edilmiştir.
Türkiye’nin Arap Birliği üyesi devletlerle olan ilişkilerini etkileyen en önemli konu ise Kıbrıs meselesi olmuştur. Türkiye, Soğuk Savaş dönemi boyunca Batılı bir devlet ve Batı Blokunun bir üyesi olarak hareket etmiş olsa da Batı dünyası ve ABD, Türkiye’ye karşı ikircikli bir politika takip etmişlerdir. Nitekim Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaşanan mezalim karşısında bir harekât düzenlemek için hazırlıklara başlaması üzerine ABD, Türkiye’ye karşı cephe almıştır. 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Johnson’ın dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup bu konuda en önemli örneği teşkil etmektedir. Johnson mektubunda Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesi durumunda Sovyet Rusya’ya karşı yalnız ve savunmasız bırakılacağı tehdidinde bulunmuştur.
Johnson’un İsmet İnönü’ye gönderdiği tehdit mektubu, Türkiye’nin Ortadoğu’ya ve Arap ülkelerine karşı takip ettiği politikaları değiştirmesine neden olmuştur. Arap Birliği ülkeleri de Batı dünyası gibi Kıbrıs konusunda Türkiye’nin karşısında yer almışlardır. Türkiye, Arap ülkelerinin desteğini kazanmak arzusu ile bu ülkeler ile olan münasebetlerini yumuşatmanın yollarını aramıştır. Türkiye’nin bu konuda attığı en önemli adım ise İsrail ile olan münasebetlerini gözden geçirmek olmuştur. Bu doğrultuda Türkiye’nin ilk hamlesi, 1967 yılında gerçekleşen Arap-İsrail Savaşı sırasında ABD’nin İsrail’e yardım etmek için Türkiye’de bulunan askeri üstleri kullanmasına izin vermemek olmuştur. Ayrıca Türkiye, savaş sırasında Araplara giyecek ve gıda malzemesi yardımında da bulunmuş, BM toplantılarında Arap ülkelerinin İsrail ile ilgili tezlerini desteklemiştir.
Türkiye’nin Mescid-i Aksa’nın kundaklanması üzerine gerçekleştirilen Rabat Konferansı’na katılması da aynı politika dâhilinde değerlendirilmelidir. Türk kamuoyunda Rabat Konferansı’na katılım sağlanması konusunda ciddi tartışmalar ortaya çıkmıştır. Laiklik meselesi ve I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Şerif Hüseyin İsyanı etrafında ortaya çıkan eleştirilere karşı, dönemin Hükumeti, Rabat Konferansı’na katılmanın Arap Birliği üyesi devletler ile olumsuz seyreden ilişkileri düzeltmek için önemli bir adım olduğunu savunmuştur. Böylece Türkiye, Rabat Konferansı’na katılarak İslam Konferansı Örgütü’nün kurulmasına katkı sağlamıştır. 1979 yılında ise Filistin Kurtuluş Örgütü Ankara’da bir şube açmış ve böylece Türkiye, Filistin meselesinin hamilerinden biri haline gelmiştir.
Türkiye’nin İsrail ve Filistin ile ilgili geliştirmiş olduğu politikaları tek başına dış politika yönünden izah etmek elbette doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Çünkü bu dönemde Türkiye’de etkili olan dindar ve muhâfazakâr çevreler, İsrail’in takip ettiği politikalar karşısında “din kardeşliği” çerçevesinde Arapları desteklemekteydiler. Dış politikada ortaya çıkan İsrail karşıtı gelişmeler, muhâfazakâr grupların seslerini yükseltmesini kolaylaştırmış ve bu çevrelerin eğilimleri, kimi siyasi partilerin hareketlerinde de belirleyici bir rol oynamıştır.
1970’li yıllarda Türkiye’nin Arap Birliği üyesi devletler ve Ortadoğu ile ilgili geliştirdiği politikaların artık ekonomik bir mahiyet kazandığı görülmektedir. Türkiye, 1973 tarihli Petrol krizi esnasında, Ortadoğu ülkeleri ile arasındaki sorunları düzelterek ucuz petrol almaya çalışmış ve Petrol Krizine bağlı olarak Avrupa’da ekonomik durgunluğun baş gösterdiği dönemde Ortadoğu pazarında yer edinmek için çaba göstermiştir. Ancak Türkiye’nin Araplarla olan ilişkilerinde ılımlı bir ortam oluşurken aynı dönemde Batı ekseninden uzaklaştığını söylemek doğru olmayacaktır. Zira Türkiye, 1979 yılında gerçekleşen İran Devrimi ve yine aynı yıl patlak veren Afgan-Rus Savaşı karşısında, Batı dünyası ve ABD ile aynı istikamette hareket etmiştir.
Türkiye, 1980 darbesinden sonraki süreçte ise Ortadoğu ve Arap Birliği üyesi ülkeler ile ilgili politikalarında ekonomik ihtiyaçlarıyla güvenlik politikaları arasında bir denge kurmaya çalışmıştır. Turgut Özal’ın Başbakanlık koltuğuna oturmasının ardından Türkiye, liberal bir ekonomi modelini benimsemiş ve Arap ülkeleri ile liberal ekonomi hedefleri doğrultusunda bir ilişki kurmaya gayret etmiştir. Fakat aynı dönemde Türkiye, PKK terörü ile tanışmış ve komşularıyla bu konuda sorunlar yaşamaya başlamıştır.
PKK terör örgütünün Irak’ın kuzeyi ile Suriye’de hareket kabiliyeti kazanmış olması, Özal döneminde Türkiye’nin ekonomi politikalarına yön veren bir gelişme olmuştur. Suriye ve Irak ile sürdürülen ekonomi temelli ilişkilerin geliştirilmesi halinde bu devletlerin PKK’ya verdikleri desteği keseceklerini savunan Özal, bu görüş doğrultusunda, Suriye, Irak ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin su problemini çözmek için harekete geçmiştir. Bunun için Türkiye, Seyhan ve Ceyhan ırmaklarının suyunu paylaşmayı amaçlayan “Barış Suyu Projesi”ni hayata geçirmek istemiştir. Ancak bu yaklaşım herhangi olumlu bir sonuç vermemiştir.
4. Türkiye’ye ve Arap Birliği İlişkileri Hakkında Genel Bir Değerlendirme
Mısır’da Hür Subaylar Hareketi’nin gerçekleştirdiği darbenin ardından iş başına gelen Nasır, süreç içinde takip ettiği Batı karşıtı politikalar ile Arap dünyasında güçlü bir lider haline gelmiştir. Arap devletlerinin hemen hepsinde azımsanamayacak kadar çok sayıda taraftar bulan Nasır, bu gücün de etkisiyle Arap Birliği’ne yön veren başat aktör olmuştur. Nasır, Arap Milliyetçiliği ve bu kapsamda Arap sosyalizmini benimsemiş ve Arap toplumlarının monarşilerden kurtarılması hedefi ile hareket etmiştir. Bu hareket tarzı, monarşi ile yönetilen Arap ülkelerinin idarecilerinin Nasır’a karşı cephe almasına neden olmuş fakat Nasır sahip olduğu güç ile Mısır’ın Arap Birliği üzerindeki nüfuzunu muhafaza etmeyi başarmıştır.
Nasır’ın Sovyet Rusya ile yakın bir ilişki içinde bulunması ve Arap sosyalizminin en önemli temsilcisi haline gelmiş olması, Türkiye’nin özel anlamda Mısır ile genel anlamda ise Arap Birliği ile olan münasebetlerini olumsuz etkilemiştir. Daha önce ifade edildiği gibi, Türkiye’nin güvenlik odaklı bir dış politika çizgisini takip ederek ABD ve Batı dünyası ile yakınlaşmasına, Arap Birliği içinde en şiddetli tepkiler Mısır ile Mısır’ın müttefiki ve aynı zamanda Arap sosyalizmini benimsemiş bir başka devlet olan Suriye’den gelmiştir. Haliyle, Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyet Rusya’nın Türkiye ile Arap Birliği üyesi olan Mısır ve Suriye üzerinden çatıştıklarını söylemek de doğru olacaktır.
Arap Birliği’nin Soğuk Savaş dönemi genelinde Türkiye’ye karşı tepkisel bir politika içinde olduğu bilinmektedir. Türkiye’nin güvenlik odaklı bir politika takip ederek Batı Blokunun eksenine girmiş olması bu durumda ana etken olsa da, Arapların geçmişte Osmanlı hâkimiyeti altında yaşamış olmaları da bu yaklaşımın temellerini oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti’nin zayıfladığı dönemde şekillenen Arap Milliyetçiliği, başlangıçta Hristiyan Araplar arasında etkili olmuşsa da, özellikle I. Dünya Savaşı sırasında Müslüman Arapları etkisi altına alan bir harekete dönüşmüştür. Haliyle, Arap Milliyetçiliğinin mevcudiyeti, Osmanlı Devleti’nin karşısında yer almakla açıklanmalıdır. Bu durum Arap milliyetçiliğini benimsemiş devletlerin, Türkiye ile olan münasebetlerini de olumsuz etkilemiştir. Buna karşılık, Türk milletinin hafızasında, I. Dünya Savaşı esnasında patlak veren ve Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’dan tasfiyesi ile sonuçlanan Şerif Hüseyin isyanı olumsuz bir yer tutmaktadır. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dönem dönem bu hadise, Türk kamuoyunda Araplarla ilgili meselelerde gündeme getirilmiştir.
Türkiye ve Arap Birliği arasındaki siyasi ilişkiler ise genel olarak; Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkileri, Hatay meselesi etrafında Türkiye-Suriye anlaşmazlığı ve yakın dönemde Türkiye ile Irak ve Suriye arasında baş göstermiş olan su sorunu çerçevesinde şekillenmiştir.
Türkiye’nin İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olması Arap Birliği’nin tepkisini çekmiş ve Arap Birliği Türkiye’ye olan tepkisini, Kıbrıs konusunda Rumları destekleyerek göstermiştir. Türkiye’nin 1964’ten sonra Arap ülkeleri ile ilişkilerini düzeltmek için atmış olduğu adımlar Kıbrıs meselesi çerçevesinde karşılık bulmamıştır. Öyle ki, Arap Birliği ülkeleri, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın karşısında yer aldıkları gibi, Barış Harekâtı’nın ardından bir zaruret olarak kuruluşu ilan edilmiş olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni de tanımamışlardır.
Hatay’ın Türkiye’ye katılması etrafında Türkiye ve Suriye arasında ortaya çıkan anlaşmazlık, Arap Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkileri olumsuz etkileyen bir diğer meseledir. Suriye, 1946 yılında bağımsızlığını kazanmış ve Hatay Meclisi’nin 1939 yılında almış olduğu Türkiye’ye katılma kararını tanımadığını ilan etmiştir. Suriye, Hatay ile ilgili iddia ve taleplerini Arap Birliği toplantılarında ve uluslararası kamuoyunda ısrarla dile getirmiştir. Arap Birliği üyesi devletler bu konuda Suriye’yi destekleyerek Hatay’a Suriye’nin elinden alınmış bir toprak parçası olarak bakmışlardır. Haliyle bu mesele bir Türkiye-Suriye anlaşmazlığı olmaktan çok Türk-Arap anlaşmazlığı halini almıştır.
Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehirlerine sahip olması, Suriye ve Irak ile su paylaşımı konusunda bir sorun yaşamasını da beraberinde getirmiştir. Irak ve Suriye, Fırat ve Dicle nehirleri için “sınırları aşan su” tanımlaması yaparak bu nehirlerin barındırdığı su potansiyeli üzerinde hak iddia etmişler ve Arap Birliği su sorunu konusunda bu iki devleti desteklemiştir. Nitekim Arap Birliği, bugün dahi Türkiye’nin sahip olduğu bu iki nehrin güvenliğinin, Arap milletinin güvenliği anlamına geldiği iddiasıyla hareket etmektedir.
5. Sonuç
Ortadoğu’nun kaderini olumsuz yönde etkileyen I. Dünya Savaşı’nın bir sonucu olarak Osmanlı Devleti Ortadoğu’dan tasfiye edilmiş ve bölge İngiliz- Fransız sömürgeciliği ile tanışmıştır. Bu sonucun ortaya çıkmasında en etkili gelişme ise şüphesiz Şerif Hüseyin İsyanı olmuştur. İngiltere ve Fransa, manda ve himaye sistemi altında bölgede çok sayıda Arap devleti kurmuşlar ve bu devletler arasında oluşturulan suni meselelerle uzun süre Arapların birlikte hareket etmelerine engel olmuşlardır.
1936 yılında Suudi Arabistan ve Irak arasında imzalanan anlaşma, Arapların birlikte hareket etmesi için önemli bir başlangıç noktası teşkil etmiş; fakat II. Dünya Savaşı yıllarına kadar Arapların siyasi bir teşekkül altında bir araya gelmeleri mümkün olmamıştır.
Arapların aralarındaki tüm anlaşmazlıklara rağmen üzerinde uzlaştıkları tek konu Filistin meselesi olmuştur. Nitekim II. Dünya Savaşı devam ederken Araplar Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasından endişe ederek birlikte hareket etmenin yollarını aramaya başlamışlardır. 1945 yılında bu kaygının bir ifadesi olarak Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz, ABD Başkanı Roosevelt ile görüşmüş ve Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmayacağı yönünde söz almıştır. Ancak Roosevelt bu görüşmeden kısa bir süre sonra hayatını kaybetmiş ve değişen ABD yönetimi, Roosevelt’in Araplara verdiği sözü dikkate almamıştır.
Abdülaziz, Roosevelt ile görüştükten sonra Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, Irak, Lübnan, Ürdün ile Kuzey Yemen’in ve Filistinli Arapların temsilcileri, Kahire’de bir araya gelmişler ve gerçekleştirdikleri toplantı sonucunda 22 Mart 1945 tarihinde Arap Birliği’ni kurmuşlardır.
Arap Birliği, Arap devletlerinin uluslararası alanda birlikte hareket etmelerini ve birbirlerini korumalarını sağlamak amacı ile kurulmuştur. Örgüt bu konuda tutarlı davranmış ve Arapları ilgilendiren meselelerde uluslararası kamuoyunu etkileyecek şekilde çalışmalar gerçekleştirmiştir.
Türkiye’nin Arap Birliği ile olan ilişkileri, takip ettiği Batı eksenli dış politika ile izah edilmelidir. Nitekim Türkiye Soğuk Savaşın başlangıcından itibaren Sovyet Rusya’nın yayılmacı politikaları karşısında Batı Blokunun doğal bir üyesi haline gelmiştir. Türkiye’nin 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olması ve 1952’de Nato’ya katılmış olması, Arap Birliği ülkeleri ile olan münasebetlerini olumsuz etkilemiştir. Arap Sosyalizmini benimsemiş olan Mısır ve Suriye ile Türkiye arasındaki gerginlik Türkiye ve Arap Birliği arasında sağlıklı bir ilişki kurulmasını imkânsız hale getirmiştir.
Türkiye, 1964’ten sonra Kıbrıs konusundan Arapların desteğini almak için İsrail ile olan ilişkilerini gözden geçirmek zorunda kalmış ve Filistin meselesine yaklaşımını Arap Birliği ile aynı noktaya getirmiştir. Ancak bu durum Arap Birliği’nin Türkiye’ye olan genel bakışında bir değişikliğe neden olmamıştır. Türkiye, 1980’den sonra ise benimsediği liberal ekonomi doğrultusunda Arap Birliği üyesi ülkeler ile olan münasebetlerine ticari bir mahiyet kazandırmak istemiştir. Ancak Türkiye’nin bu arzusu, aynı dönemde baş gösteren PKK terörünün sınır komşuları tarafından desteklenmesi ile zaafa uğramıştır.
Tarihsel süreç içinde, Türkiye ile Arap Birliği arasında karşılıklı güvene dayanan rasyonel bir ilişki geliştirilemediği anlaşılmaktadır. Ancak bu durumu sadece Türkiye’nin takip ettiği güvenlik politikası ile izah etmek hatalı bir yaklaşım olacaktır. Bu dönemde Arap devletlerinin etkisi altında oldukları Arap Milliyetçiliği anlayışının, Osmanlı Devleti zamanında Ortadoğu’ya hâkim olan Türk idaresine karşı şekillenmiş olması, haliyle Arap devletlerinin Türkiye’ye bakışını olumsuz yönde etkileyen psikolojik bir unsur olmuştur.
***Bu yazı, yazarı tarafından 28-30 Ekim 2019 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen Cumhuriyet Zirvesi 2. Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi’nde sunulmuş bildiri metnidir.
6.Kaynakça
AKYOL, Cansel Poyraz, “Arap Devletleri Ligi, Orta Doğu ve Bölge Dengeleri Üzerine Etkisi”, Akademik Bakış, Cilt: 11, Sayı: 21, Yıl:2017, ss. 277-302.
ARI, Tayyar, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Ortadoğu ve Körfez Ülkelerine Yönelik Dış Politikaları (Kuruluştan Günümüze)”, Türk Dış Politikası (Cumhuriyet Dönemi) (Editör: Mustafa Bıyıklı), Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2008.
AYDIN, Mehmet Korkud, “Ortadoğu’da İdeolojiler, Kimlikler ve Kuruluşlar”, Türkiye Ekseninde Ortadoğu (19118-19919, Olaylar, İdeolojiler ve Kimlikler, (ed. Mehmet Korkud Aydın), Berikan Yayınları, Ankara 2019, ss. 41- 164.
AYDIN, Mehmet Korkud, “Ortadoğu’da Soğuk Savaş Döneminde Yaşanan Siyasi Gelişmeler ve Krizler”, Türkiye Ekseninde Ortadoğu (19118-19919, Olaylar, İdeolojiler ve Kimlikler, (ed. Mehmet Korkud Aydın), Berikan Yayınları, Ankara 2019, ss. 221-348.
DEMİR, Yeşim, “1960-1980 Dönemi Türk- Arap Ekonomik İlişkileri”, Dokuz Eylül Üniversitesi Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 18-19, Yıl: 2009, ss. 209-227.
DÖNMEZ, Gökhan, “Arap Birliği: Siyasi ve Hukuki Niteliği”, D.E.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:17, Sayı:1 ss. 171-208,s. 197
DÖNMEZ, Gökhan, “Arap Birliği: Sİyasi ve Hukuki Niteliği”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı:1, Yıl: 2015, ss.171-208.
EMİNOĞLU, Ayça, “Tarihsel Süreçte Türkiye İsrail İlişkilerinin Değişen Yapısı”, Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 15, Yıl: 2016, ss. 89-106.
ERDEN, Ömer, “II Dünya Savaşı Sonrası Sovyet Rusya’nın Boğazlarla İlgili Talepleri”, Uluslararası Sosyal Araştırmaları Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 34, Yıl: 2014, ss. 256-268.
GÖZEN, Ramazan, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Gelişimi ve Etkenleri,” Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 17, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, ss. 237-259.
İHSANOĞLU, Ekmeleddin, “Arap Ligi”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:3, İstanbul 1991, ss. 325.
İPEKÇİ, Abdi, “İslam Zirvesi ve Türkiye”, Milliyet, 19 Eylül 1969
KALYON, Levent, “Truman Doktrini Üzerine Bir Analiz”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 11, Yıl: 2010, ss. 7-26.
KARAMAN, M. Lütfullah, “Filistin Kurtuluş Örgütü”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 13, İstanbul 1996, ss. 103-106.
LÜLECİ, Mervenur, “Suudi Arabistan ve Ortadoğu’daki Varlik Mücadelesi” İnsamer Analiz, s. 5 ; https://insamer.com/rsm/files/SUUDI-ARABISTAN-VE-ORTADOGUDAKI-VARLIK-MUCADELESI.pdf.
ÖZKAN, Mehmet, “Mısır Dış Politikasında Filistin ve Bölgesel Yansımaları”, Akademik Ortadoğu, Sayı:7, Yıl: 2009, ss. 81-101.
ŞENEL, Burak, “İsrail Devleti’nin Kuruluşunda Türkiye’nin İsrail’i Tanıma Süreci”, Akademik Orta Doğu, Cilt: 9, Sayı: 1, 2014, ss. 157-178.
SIEGMAN, Henry, “Arab Unity and Disunity”, Middle East Journal, Cilt: 16, Sayı: 1, Yıl: 1962, ss. 48-59.
SİNKAYA, Bayram, “Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politkası ve Batı Etkisi”, Adam Akademi, 2011/1, ss. 79-100.
SIRIM, Veli, “Türkiye- Orta Doğu Ülkeleri Arasındaki İlişkilerde Filistin Meselesinin Yeri”, Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Yıl: 2019, ss. 355-374.
SIRIM, Veli, “Türkiye’nin Ortadoğu Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerinin Gelişmesinde Kıbrıs Meselesinin Rolü”, FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, Sayı: 12, Yıl: 2018, ss. 75-107.
YAVUZ Hulusi, “Abdülaziz b. Suud”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:1, İstanbul 1988, ss. 194-195.
YILDIRIM, Yasin, Orta Doğu Politikaları Özelinde Türk Dış Politikasında Değişim; Turgut Özal Dönemi (1983-1989), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Gelişim Üniversitesi, İstanbul 2018.