[1] Bu yazı, Sungur Dergisi’nin 3. Sayısında yer almıştır. Derginin imtiyaz sahiplerinin izni ile sayfamızda yayınlanmaktadır.
Sadi Somuncuoğlu
İnsanlık tarihine adı “Ermeni Mezalimi” olarak geçen kanlı olayların son dönemini kapsayan değerlendirmesini ele alacağız. Aslında 1774 Küçük Kaynarca ve 1878 Berlin Antlaşmalarıyla başlayıp kesintilerle zamanımıza kadar gelen, günümüzde de Ermeni terör devletince “kan davasına” dönüştürülerek devam ettirilen bu önemli meselenin 243 yıllık bir yüzleşme olması gerekmektedir. Bunu yaparken, 243 yıllık sürecin temel göstergelerine dayanarak yanlışları ve doğruları ortaya koymaya çalışacağız. Tabii I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin içindeki Ermenilerin, İtilaf Devletleri’nin safında yer alarak, 800-850 yıldır huzur içinde yaşadıkları kendi toplumu ve devletiyle neden savaştıklarına ve sonuçlarına yakından bakacağız.
Ancak konuya girmeden önce bazı tespitlerin yapılması gerekiyor. Ermeniler asırlardır huzur içinde yaşadıkları ve devlet içinde imtiyazlı bir statüye sahip oldukları halde niçin 1860’dan itibaren isyan etmeye başladılar? Yine, 1. Dünya Savaşı’nda niçin itilaf güçleriyle birlikte olundu ve sivil halka yaygın katliam yapıldı? Bu soruların cevabı bellidir. Büyük devletler zayıfladığını düşündükleri Osmanlı Türk Devleti’ni çökertmek ve paylaşmaya karar verdiklerinde, bu konuda Ortodoks Ermenilerin önemini biliyorlardı. Bunun yanında yaygınlaşan milliyet duygularını da dikkate alarak Ermenilere, “Size iki deniz arasında devlet kurduracağız” vaadinde bulundular ve buna inandırdılar.
Ermeni meselesinin temelinde hep bu beklentinin yattığı ve gerçekleşmek bir yana felakete yol açtığı halde, tesirlerini eksilmeden günümüzde de devam ettirdiği görülmektedir. İki buçuk asra yakın bir zaman dili mini kapsayan bu dönemi, yukarıdaki tespiti dikkatte tutarak tarihin akışına göre inceleyeceğiz.
1. 1774-1878, Küçük Kaynarca ve Berlin Antlaşmaları ile Ortodoks Ermenilerin Koruma Altına Alınması Siyaseti Dönemi
1700’den itibaren Osmanlı Katolikleri üzerinde başlayan misyoner çalışmaları ve 1740 Kapitülasyon anlaşması sonrasında Fransa, Katolikler üzerinde himaye yetkisini kazanmıştır. Rusya ise bu imtiyazı, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Ortodokslar için elde etmiştir. Ermeni meselesinin başlangıcı olarak kaydedilmesi gereken tarih, 1877-78 Türk – Rus Savaşı sonrasında, Ayastefanos ve Berlin Konferansı Antlaşmaları olmalıdır. Ayastefanos Antlaşması’nın 16. Maddesi ile Berlin Anlaşmasının 61. Maddesinde Ermeni meselesi konusunda özetle şöyle denilmektedir:
“Osmanlı hükümeti Doğu Anadolu’da ilgili devletlerin gözetiminde Ermenilerle ilgili olarak kapsamlı bir ıslahat yapmayı, Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder.” Antlaşmanın bu hükmüne göre; İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya’ya Ermenilerle ilgili konularda müdahale yetkisini almış olmaktadır. Tarihte ilk defa bir devletin içişlerine karışma yolu, böylece açılmış oldu. Antlaşmalarda yer alan “Himaye” ve “Islahat” kavramlarının, insani ve masum bir anlam taşımadığını; Osmanlı Türk Devleti’ni paylaşmak üzere devrin güçlü devletlerine, Ermenileri kullanma hakkının tanındığını söylemeye herhalde gerek yoktur. Nitekim bu tarihten itibaren Osmanlı’ya karşı örgütlenme ve isyanların yoğunlaşarak başladığı görülmektedir.
2. 1860-1914, Doğu Anadolu’da Ermeni Devleti Kurma Hayaliyle Silahlı Komitelerin Kurulması ve İsyanların Başlaması Dönemi
Türk toplumuna genel olarak bakıldığında Müslümanlarla Ortodokslar arasındaki ilişkilerde kayda değer bir rahatsızlığın olduğu söylenemez. Aksine, duyulan yüksek güven dolayısıyla Ermenilere “sadık tebaa” statüsü verilmiştir. Bunun gereği olarak, devlet hizmetlerinde Ermeniler en yüksek mevkilerde görevlere getirilmiştir. Bu çerçevede, 22 bakan, 33 milletvekilli, 29 paşa, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos, 11 üniversite öğretim üyesi ve 41 üst düzey memur görev yapmıştır. Osmanlı 1. Meclisinde 10, 2. Meclisinde 11 Ermeni milletvekilinin bulunduğunu görüyoruz. Ermenilerle ilişkiler bu kadar mükemmel iken, misyoner okullarının (zaman içinde sayılarının bin 200’e ulaştığı tespit edilmiştir) çalışmaları ve yukarıda bahsi ge yen antlaşmaların etkileri sonuç vermiş, çok sayıda Ermeni dernek ve komiteleri kurul muştur. Bunlar arasında ihtilalci ve acımasız karakterleriyle öne çıkan 1887’de İsviçre’de kurulan Hınçak ve 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnaksütyun Komiteleri dikkat çekiyor. Her iki Ermeni Komitesi’nin de programlarında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bağımsız bir devlet kurmayı amaçladıkları, bunun için silahlı eylemler yapılacağı, isyanlar çıkarılacağı açıkça yazılmaktadır. Ermeni devleti kurma yolundaki bütün isyancı eylemlerde patriğin rol oynadığı görülmektedir. Bu konuda Gülseren S. Aytaş’ın şu tespitini örnek verelim: 1876 Ermeni Patriği Nerses’in İngiliz Büyükelçisi Layard ile görüşmesinde:
“Avrupa devletlerinin sempatisini çekmek için isyan zorunlu ise, böyle bir hareketi başlatmakta zorluk bulunmadığını… Ermenilerin haklarını takipte kararlı olduklarını, eğer bunları Avrupa’nın müdahalesi ile elde edemezlerse. Rusya’ya müracaat edeceklerini ve Rusya tarafından ilhak edilinceye kadar kışkırtmalara devam edeceklerini söylüyor ve muhtar bir Ermenistan teşkili için iltimas talep ediyordu. Büyükelçi Layard Ermenistan ile ne kastedildiğini sorunca Patrik; Ermenistan, Van ve Sivas Paşalıklarını, Diyarbakır’ın büyük kısmını, eski Kilikya Krallığını ihtiva edecektir.”
Patriğin bu ifadeleri daha 1876 yılında sarf etmiş olması çok önemlidir, anlamlıdır. Yine bu dönemde Armenakan, Hınçak ve Taşnak gibi silahlı örgütlerin kurulması, 1860’da Zeytun’da başlayan ilk isyanın 1. Patriğin bu ifadeleri daha 1876 yılın- Dünya Savaşına kadar devam etmesi; savaşta, öncesinde ve sonrasında cephe gerisinde işlenen katliamlar ve Türk Ordusu’na karşı düşmanlarla bir olup savaşmanın gerekçesi ni, apaçık ve itiraz edilemez bir şekilde vermektedir. Bu dönemdeki olup bitenler, açık ça ve doğru bir şekilde ortaya konulmazsa, daha sonraki gelişmeleri izah etmekte güç lük çekebiliriz. Bu bakımdan, dönemin özelliklerini, gelişmeleri ve insanlık suçu teşkil eden tertipleri iyi bilmemiz gerekmektedir Bu konuyu Justin McCarthy şöyle anlatıyor:
“Birinci Dünya Savaşı’na uzanan yıllar, Doğu’da kutuplaşmaların arttığı bir dönem oldu. 1877-1878 Rus-Türk Savaşı, Müslümanların Anadolu’ya ve Ermenilerin de Kafkasya’ya doğru, zaten var olan nüfus değiş tokuşuna yenilerinin eklenmesi ne yol açtı Savaş sırasında Kafkasya’daki Müslümanların Osmanlı’ya, Anadolu’daki Ermenilerin de Rusya’ya yardım etmesi, ırk ve din bağının hükümetlere duyulan sadaka tin önüne geçtiği hissini pekiştirdi. Anadolu’daki Ermeni ihtilal huzursuzluğuyla Kürt aşiretlerinin verdiği baskınlar, Ermenilerle Müslümanlar arasındaki nefreti ve bölün meyi vahimleştirdi. Kafkasya’da aynı nefret ve bölünmeler, 1905 İhtilali sırasında, kanlı bir biçimde yüzeye çıktı…”
Rus hükümeti Anadolu’daki Ermenilerin dinsel ve henüz belirmekte olan etnik farklılığını sömürmeye, savaş sırasında ve muhtemelen daha öncesinde başladı.”
Kafkaslardan milyonlarca, sürgün (deportation/sınır dışı) edilen (tehcir/sevk ve yerleştirme değil) ve yollarda yüz binlercesi can veren, masum Müslümanların acıklı haliyle ilgilenen, bu mezalimi hatırlamak isteyen bile yok. Ruslar, önce bu masum insanların hesabını düşünse daha iyi olmaz mı? Bu korkunç ortamı anlamamıza yardımcı olan bir diğer belge de, ihtilalci bir Ermeni komitacısının Robert Kolej kurucusu Dr. Cyrus Hamlin’e söyledikleri şu sözlerde mevcuttur: “Hınçak çeteleri fırsat kollayarak Türk ve Kürtleri öldürecekler, köylerini yakıp dağlara kaçacaklar. Galeyana gelen Müslümanlar ayaklanıp Ermenilerin üstüne çullanacaklar ve Ermenileri o kadar vahşice boğulacaklar ki, Rusya insanlık ve Hıristiyan medeniyeti adına müdahale edecektir.” Dinlediklerinden dehşete düşün Hıristiyan Misyoner Dr. Hamlin, o zamana kadar duyduğu en cehennemi ve gaddar olan bu tertibe karşı geldiğinde şu cevabı aldı: “Size öyle geldiğine şüphe yok; fakat biz Ermeniler özgür olmaya kararlıyız. Avrupa, Bulgar vahşetine kayıtsız kalmadı ve Bulgaristan şimdi özgür. Milyonlarca kadın ve çocuğun feryatları göğe yükseldiğinde, bizim yakarışlarımıza da kulak verecektir…”
Yanlış anlaşılmaması için açıklanması gerekmektedir ki, 1860’larda kurulan Robert Kolejin Müdürü Dr. Cyrus Hamlin’i dehşete düşüren bu sözler, vahşetin ulaştığı boyutlarla ilgilidir. Yoksa, Türklere karşı isyan edilmesine karşı değildir. Nitekim Hamlin 1907’de ABD’de yayımlanan hatıralarının bir bölümünde özetle, “Kolejde Bulgar gençlerini eğitiyorduk. Bulgar İsyanının başında bu gençler vardı. Bu durum karşısında Ermeniler ve Rumlar ‘bizim çocuklarımız eğitilmiyor’ diye gücendiler Daha sonra onları da eğittik” demektedir Anadolu’da kiliselere bağlı olarak açılan bu kolejlerin, Osmanlının yıkılışında rollerinin çok büyük olduğu bilinmektedir.
Vahşetin derecesini ve ne için yapıldığını göstermesi ve bugünlere nasıl gelindiğini açıklaması açısından bu önemli bir belgedir. Düşman bildikleri Müslümanları ve kendi dinlerinden olan Ortodoks Hıristiyanları, tuzak kurarak birbirine boğazlatmak, masum insanların çatışmasını (Mukateleyi) yaygınlaştırmak suretiyle dış devletlerin, öncelikle de Rusya’nın müdahalesini sağlamak için neler yapılmış? Milyonlarca kadın ve çocuğun feryadından medet uman barbarlık ruhuyla, başta kendilerini, sonra da asırlardır huzur içinde yaşadıkları komşuları Müslüman Türkleri mahvetmeyi göze almışlardır.
Böylece Ermenilerin günümüze kadar süren, insanlık dışı kanlı tertiplerle “nefret ve kini” kimlik haline getirmeleri başlamıştır. Artık bu yeni kimliğin insani hiçbir değerle ilgisinin kalmadığını görmek için yaşanan bu acı gerçeklere bakmak, sanırız yeterli olacaktır. 1878 Türk – Rus Savaşı’nda ve sonrasında yaşanan ve I. Dünya Savaşı’na kadar Anadolu’nun büyük bir bölümüne ya yılarak devam eden sayısız isyan ve vahşetin böylesine bir ruh haliyle yapıldığına şüphe yoktur. I. Dünya Savaşı’na kadar Anadolu Coğrafyasının çeşitli il ve ilçelerinde 50’den fazla isyan çıkarıldığını unutmamak gerekir. Her isyandan sonra, batı basınında, “Türkler, Ermenileri katlediyor” şeklinde yaygaraların koparılması adet halini almıştır.
Kaynaklarda, Osmanlı Devletinin surlarının ve Türklerin böylesine planlı kışkırtma ve tertiplere başvurduklarına dair bir bilgiye rastlanmamıştır, rastlanması da mümkün görülmemektedir. Çünkü farklı kültür ve ruh yapılarının yanında, bir tarafın (isyancı Ermenilerin) hiçbir insani sınır tanımadan hep saldıran, öbür tarafın (Türklerin) hep savunma konumunda olduğunu bilmek gerekmektedir. Diğer bir ifadesiyle, terörle insanları acımasızca öldürerek dehşet salıp sindirerek hedefine ulaşmayı meşru sayan ruh yapısı bir tarafta; kanunların gereği olarak can ve mal güvenliğini ve kamu düzenini savunmaya çalışan meşru devlet güçlerinin görevini yapması öbür tarafta olduğuna göre; saldırgan ile nefsi müdafaa (meşru savunma) yapanın aynı konumda olduğu söylenebilir mi? Bu gerçek karşısında, “İki tarafta birbirini kırdı, katletti” gibi dikkat sizce kullanılan, haksız, ürkek ve korkakça ifadelere katılmak mümkün değildir. Hukuk ve ahlaki değerler bakımından, saldırganla masum olan bir tutulabilir mi?
3. 1914-1918 Zorunlu Göç ve Yaygın Katliam Dönemi
28 Temmuz 1914’te başlayan ve 11 Kasım 1918’de sona eren I. Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti 29 Ekim1914’te girdi. Eli silah tutan herkes cepheye gönderilince, cephe gerisinde büyük bir güvenlik zafiyeti doğdu. Bu ortam, 2 Kasım 1914’te Türklere savaş ilan eden Ruslar için büyük bir fırsat oldu, ciddi şekilde silahlandırdığı isyancı Ermeni örgütlerinin yaygın şekilde saldırıya geçmesini hızlandırdı. Bunu fırsat bilen is yancı Ermeniler masum sivillere karşı köylerde, şehirlerde yaygın bir katliama girişti, evleri işyerlerini yakıp yıkmaya başladı. Kendilerine destek vermeyen bazı Ermeni ileri gelenleri bile katledildi. Silahsız, çare siz Türklerin bir kısmı batıya göç etti. Ermeni çeteleri, askeri depoları basıp yakmaya, telgraf tellerini keserek cephe ile haberleş meyi engellemeye başlamıştı. Cepheye silah, mühimmat ve lojistik destek götüren ikmal kollarına saldırdılar. Cephe gerisindeki bu ihanet karşısında bazı ordu birlikleri savaşamayacak duruma düştü. Mesela; Sarıkamış Harekâtı’na, Trabzon – Erzincan hattından mühimmat ve lojistik destek götüren ikmal kolları Ermeni çeteciler tarafından kesilince, Ordu cephanesiz ve yiyeceksiz kaldı. Uzmanlar bu durumu, eğer “Yardımlar cepheye ulaşmış olsaydı, Ruslar mağlup edilebilirdi” şeklinde değerlendirmektedirler. Ermeni asiler bunlarla da yetinmedi; teşkil ettikleri sayıları 160 bini bulan düzenli, silahlı ve üniformalı Ermeni birlikleriyle düşmanların safında yer alarak, Türk ordusuyla savaştı.
Bu vahim durum karşısında Türk hükümeti Patrik başta olmak üzere, Ermeni ile ri gelenleriyle birçok görüşme yaptı; nasihat heyetleri göndererek vazgeçirmeye çalıştı. Ama bu gayretler netice vermedi. Batıda Türk Devleti, devrin en büyük ordularıyla Çanakkale’de ölüm kalım savaşı yapıyordu. Bu arada Rus Ordusu’nun ilerleyişinden cesaret alan Ermeni çeteleri, 13-14 Nisan 1915’te Van’a girerek, şehri ele geçirdi; masum sivillere iğrenç tecavüzler ve katliamlar yaptı. Şehirden kaçabilen siviller masum kişiler yakalanarak öldürüldü ve 80 binin üzerinde Türk katledildi. Türk birlikleri Temmuz’da Van’ı kurtardı, ancak şehir tam anlamıyla harabeye dönmüş, ayakta kalan bina bile kalmamış, birçok köy haritadan silinmişti. Bitlis, Erzincan, Erzurum, Urfa gibi bazı iller de aynı durumdaydı. Doğu Anadolu, tam bir iç savaş ortamına sürüklenmişti. Artık bu duruma kesin bir çare bulunması şarttı. Çare olarak üç seçenek vardı, bunlar:
* Savaşta “düşmanla iş birliği yapana düşman” denir. Evrensel hukukun bu kuralına göre, düşman olanın öldürülmesi,
* Savaş 7 cephede bütün şiddetiyle devam ederken, cephe gerisinin her tarafına yayılmış olan katliamları önleyecek gücümüz olmadığından, olayların kendi seyrine bırakılması
* İsyancıların savaş bölgesinden çıkarılarak, devletin başka bir vilayetine yerleştirilmesi.
Türk hükümeti, isyan eden Ermeni asilerine karşı 3. seçeneği, (meşru her devletin yapması gerekeni) uygun bularak, 26 Mayıs 1915’te bir Sevk ve İskân (yerleştirme) Kanunu’nu çıkardı. Buna göre isyancı Ermeniler savaş bölgesinin dışına taşınacak, Suriye vilayetine yerleştirilecekti. 10 Haziran 1915’te yayımlanan yönetmelikle, sevk ve yerleştirme (Tehcir) işleri ayrıntılarına kadar düşünülerek, her tedbir öngörülmüş ve alınmıştır. Sevk (taşıma) edilen, potansiyel isyancı olarak görülen Ermeni sayısının 500 bin civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bu sevk sırasında soygun, intikam saldırıları ve bulaşıcı hastalıktan dolayı sevk edilen Ermenilerden ölenler olduğu, pek çok sıkıntıların çekildiği bir gerçektir. Bunların sayısını tarihçiler 50 bin civarında gösteriyor. Bu 48 binin büyük çoğunluğunu bulaşıcı hastalık tan ölenler teşkil etmektedir. Taşıma sırasın da ihmal gösteren, saldırganlarla iş birliği yapan görevliler ise kurulan Divan-ı Harp’te yargılandı. 1916’da kurulan Divan-ı Harp’te 613 kişi yargılanmış, 67’si hakkında idam, diğerleri hakkında da çeşitli cezalara hükme dilmiştir. Dünya tarihinde belki de ilk defa, savaş devam ederken böyle bir yargılama yapılabilmiştir. Türk Devleti’nin bu örnek tavrı bile, insan hayatına ve hukuka ne kadar önem verdiğini göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Ayrıca Osmanlı Hükümeti 13 Şu bat 1919’da zorunlu göçün soruşturulması ve nedenlerinin tespiti amacıyla ikişer kişi den oluşan tarafsız bir komisyon kurulması için İsveç, Hollanda, İspanya ve Danimarka Hükümetlerine müracaat ederek teklifte bulunmuş ancak bu devletler 6 Mayıs 1919’da teklifi reddetmişlerdir. Kendine güvenmeyen bir devlet, bütün bunları yapabilir mi?
Suriye ve civarına yerleştirilen Ermeni çetelerine ev, tarımla uğraşanlara toprak, zanaatkârlara işyeri ve kredi verilerek, hayatlarını devam ettirmeleri için gerekli tedbirler alınmıştır. Alınan bu tedbirler, ülke güvenliği ve insani açıdan sonuçları itibariyle başarılı olmuştur. Şöyle ki: Savaş 1918’de sona erinceye, Ermeni çeteleri yerlerine tekrar dönünceye kadar, katliamlar, cephe gerisi saldırılar, ihanetler önemli oranda kontrol altına alınmıştır. Böylece, Türk Devleti’nin bu kararı almakla ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak, Rusya’nın 1917 Bolşevik İhtilali sebebiyle savaşı bırakarak savaştan çekilmesi üzerine, ortaya çıkan boşluğu, Rus Ordusu’ndan ayrılan Ermeni birlikleri ile Ermeni çetecileri doldurmuştur. Rusların çekilişini, bir süre sonra Ermeni birlik ve çetelerinin de çekilişi takip etmiş, ancak bu çekiliş sırasında dehşet verici boyutlara ulaşan vahşet ve katliamlar yaşanmıştır. Erzincan’dan İran sınırına, Trabzon’dan Rus Ermenistan’ına uzanan bölgede Bayburt, Tercan, Erzurum, Kars gibi ne kadar il, ilçe, belde ve köy varsa tamamı basılmış, yakılmış yıkılmıştır. Adeta canlı bir varlık bırakmamak üzere Türkler vahşice katledilmiştir.
Tespitlere göre, 1914’ten zorunlu göçün başladığı Haziran 1915’e kadar, isyancı Ermeni çeteleri ve birlikleri tarafından 155 bin civarında masum sivil Türk katledilmiş tir.
4. 1918-1920, Katliam, Savaş ve Antlasmalar (1920 Gümrü, 1921 Moskova, 1921 Kars ve 1923 Lozan) Dönemi
30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Mütarekesi ile savaş sona erince, Antlaşma gereğince Türk ordusu terhis edildi. Türk Hükümeti Ekim 1918 yılında Ermenilerden isteyenlerin tekrar eski yerlerine dönmeleri için “Geri Dönüş Kararnamesi” çıkardı. Bu sırada Osmanlı toprakların bir kısmı Fransız ve İngilizlerin işgal altındadır. Ermeni çeteleri yeni kurulan Bolşevik hükümetinden yardım alarak 1919’da Doğu Anadolu’da vilayet ve kazaları işgal etti. Bütün bölgeye yayılan ve 1920’ye kadar süren Ermeni saldırıları sonucunda 360 binin üzerinde masum-sivil Türk hunharca katledildi. Bunun üzerine Eylül 1920’de taarruza geçen Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa komutasındaki 15. Kolordu, Misak Milli sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Iğdır ve Gümrü’yü geri aldı. Ermenilerin barış istemeleri üzeri ne, 3 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması; Ermenistan Sovyet Hükümeti kurulunca da, 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması yapıldı. 13 Ekim 1921’de TBMM Hükümeti ile Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Sovyet Rusya temsilcileri arasında imzalanan Kars Antlaşması ile bütün uyumsuzluklar giderilmiş, Doğu sınırımız kesin şeklini almıştır.
Bu gelişmelerle 1774’te başlayan Ermenistan meselesinin kökten halledildi gi düşünüldü ama kısa zaman sonra bunun böyle olmadığı, Ermeni temsilcilerinin Lozan Barış görüşmelerine kalabalık bir heyetle gelerek. Anadolu’da kendilerine “yurt verilmesini” ve öldürülen Ermenilerin bazı haklar istemeleri üzerine yeniden gündeme geldi. Lozan’da uzun süren tartışmalar sonunda, Ermeni talepleri reddedildi. Atatürk ve TBMM Hükümeti. Lozan’a gönderdiği Türk heyetine, Ermenilerle ilgili olarak şu talimatı vermişti: “Ermeni yurdu söz konusu olamaz, olursa görüşmeler kesilir.”
Görüşmeler de bu çerçevede tavizsiz bir şekilde devam etmiştir. Ermenilerin, Türkiye’den “Yurt/Toprak”, “Geniş kapsamlı bir genel af” ve “Azınlıkların askerlikten muaf tutulması” talepleri reddedilmiştir. Bu sonuç çok önemlidir. Çünkü önceki 3 antlaşma, ilgili devletler arasında yapılmış bölgesel bir nitelik taşıyordu. Şimdiki (Lozan) ise, I. Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından düzenlenen ve Ermeni iddialarının bütünüyle reddedildiği uluslararası bir konferanstı. Böylece Ermeni meselesi kökten halledilmiştir diyebiliriz. Bu sonuç Ermenileri çok sarstı. Hüsrana uğrayan Ermeni delegasyonu, “Ermeniler, savaş sırasında tüm Ermeni milletinin İtilaf Devletleri’nin yanında savaştığını vurgulayan” bir bildiri yayımladı Lozan Barış Antlaşması’nda umduklarını bulamayan Ermeni delegeleri, 2 Şubat 1923’te Lozan’dan ayrılırken konferansa katılan devletlere verdikleri bildiride, konumuz açısında son derece önemli ve düşündürücü bilgiler yer alıyordu. Bildirinin özeti şöyledir:
“…Ermeni delegeleri, Lozan Konferansı komisyonlarının açıklamalarından ve basında yayımlanan barış antlaşması projesinden İtilaf Devletleri’nin Ermenileri ve Ermeni sorunlarını yüzüstü bırakmış olduğunu anlamıştır. Ermeni sorununun çözümlenmemiş olarak kalmasının Ermenilerin durumunu daha kötü hale getirmiş olduğunu göz önüne koymak isteriz. Büyük devletler, Türkiye’deki Ermenilerin kurtarılması hakkında yalnız siyasi ve insani bakımdan değil, Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri için ve bu devletlere karşı göstermiş olduğu pek çok hizmetlerden ötürü verdikleri sözleri de hatırlatırım. İtilaf Devletleri’nin çağırması üzerine Ermeni gönüllüleri akın akın bu devletlerin emrine girmişler ve söz verilen bağımsızlık için Filistin ve Kilikya’da savaşan Doğu Ordusu’nun çekirdeğini teşkil etmişlerdir. 1918 yılında Kafkas Cephesi’nde çarpışan ve Türklerin İngiliz Ordusu’na ve Irak’a karşı yürümesine engel olan Ermeni askeri kuvvetleriydi. Bakü’yü savunan Ermeniler, Almanların petrol ihtiyacını karşılayamamasını sağlamışlardır. Ermenilerin bu hareket ve fedakârlıkları, kendilerine çok pahalıya mal olmuş; birçok Ermeni ölmüş, yaralanmış, pek çok mal kaybolmuş ve binalar yıkılmıştır. Büyük savaşın amaçlarından birisinin de hak ve adalet sağlamak olduğu halde Ermeniler, bundan yoksun bırakılmıştır.”
Bu bildiride yer alan açıklamalar dikkatle değerlendirildiğinde; isyancı Ermenilerin İtilaf Devletleri tarafından aldatılarak kullanıldığı; Ermeni iddialarının kökten çürütüldüğü; saldıran, acı olayları başlatan, ihanet eden, ölümlerden, yıkımlardan sorumlu olan tarafın kendileri olduğu açıkça ve kesin bir şekilde görülecektir. Neticede olarak Lozan’da Türk-Ermeni ihtilafı 4. defa hem de uluslararası bir antlaşma ile çözülmüş oldu.
5. Hukuk ve Ermeni İddiaları
Ermeni meselesi sadece uluslararası konferanslarda çözüme kavuşturulmadı; aynı zamanda hukuk açısından da, defalarca yapılan yargılamalarla ele alınarak, Türk Milletine ve Devletine yöneltilen suçlamaların haksız olduğu otaya çıktı. Yapılan yargılamalara kısaca bakacak olursak: Malta’da iki yıldan fazla kalan İttihatçıların, ‘Ermenileri katletmek’ suçlanmasıyla adli soruşturmayı yapmak üzere İngiliz Kraliyet Başsavcılığı görevlendirildi. Sevr Antlaşma sına dayanarak başlatılan soruşturmalarda Savcılık, Osmanlı arşivlerinin tamamının yanı sıra Mısır’dan, Irak’tan, Kafkasya’dan, ABD’den, İngiltere’den, Fransa’dan, Ermeni Patrikhanesinden, hasılı her yerden arşivleri topladı ve inceledi. Sonuçta, “21 Temmuz 1919’da eldeki belgelerle dava açılamaya cağına karar verdi”. Olayların şahitleri ha yattayken ve Osmanlı savaşı kaybetmiş durumdayken bu kararın verilmesi, son derece önemlidir.
SONUÇ
Tarihle yüzleşmek, hesaplaşmak ve kesin bir kanaate ulaşabilmek için çok önemli olarak gördüğümüz üç belgeyi dikkatlere getirmek isteriz.
Birincisi; yukarıda özetini verdiğimiz Lozan Konferansına gelen Ermeni Delegasyonu’nun, İtilaf Devletlerine bıraktığı. Ermeniler, savaş sırasında tüm Ermeni milletinin İtilaf Devletleri’nin yanında savaştığını vurgulayan bildirisidir. Bildiride deniyor ki:
“İtilaf Devletleri’nin çağırması üzerine Ermeni gönüllüleri akın akın bu devletlerin emrine girmişler ve söz verilen bağımsızlık için Filistin ve Kilikya’da savaşan Doğu Ordusu’nun çekirdeğini teşkil etmişlerdir. Ermenilerin bu hareket ve fedakârlıkları, kendilerine çok pahalıya mal olmuş: birçok Ermeni ölmüş, yaralanmış, pek çok mal kaybolmuş ve binalar yıkılmıştır.”
İkincisi; I. Dünya Savaşında bizzat olayların içinde birinci derecede rol alan Taşnak Komitesinin kurucusu, Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni, 1923 yılında Bükreş’te yapılan Taşnak Partisi kongresine sunduğu rapordur. Raporda Kaçazmuni diyor ki:
“Türkiye’den ‘denizden denize Ermenistan’ talep etmekteydik… Nihayet şu da var ki, var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türklerle savaştık. Öldük ve öldürdük… Askeri operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin milli mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde ‘Büyük Ermenistan hayali vardı… Türkiye Ermenistan’ı’ diye bir devletin, hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vaat ettiği Ermenistan hayali vardı, gerçeği göremedik.”
Üçüncüsü; 240 yıldır süren Ermeni meselesi hakkında kendisiyle yapılan mülakatta, Kandilli Kilisesi Başkanı Dikran Kevorkyan’ın değerlendirmelerdir. Kevorkyan diyor ki:
“Soykırım ve tehcir (bir yerden alıp başka bir yere götürmek) farklı anlamlara gelir. Emperyalistlerin oyunları, Ermeni idarecilerin apolitik düş öncüleri (medya. kiliseler, din adamları) bütün bu olaylara sebep olmuştur… Emperyalist güçler, ASALA ve PKK’nın arkasında olmasaydı onlar ne yapabilirlerdi?… Bugün dünya üzerindeki Ermenilerin en rahatlıkla, en güçlü şekilde kendi kimliklerini muhafaza ettikleri ülke Türkiye’dir. Yurtdışındaki, Diasporadaki Ermeni, ismini değiştirerek mücadeleye giriyor. Çünkü oralarda, bir kültür ağırlığıyla, o insanların kültürünü eritmek var. Bugün Türkiye’nin aleyhine konuşulan Diasporadaki Ermeniler çok iyi biliyorlar ki, Amerika’nın belli kiliselerinde kurban ayinleri Pazar günleri İngilizce yapılıyor. Ermeniler ana lisanlarını kaybediyorlar. PKK, ASALA, bu kararname, bütün bunlar dışarıdakilerin oyunu. Biz Türkiye’deki vatandaşlar olarak bir haksızlık yapıldığını düşünüyoruz Ermeniler eğer akıllıysa maşa olarak kullanılmasınlar.”
Bu üç önemli belgeden edindiğimiz kıymetli bilgiler, birbirini teyit etmektedir. Üçü de, yaşanan korkunç felaketleri başlatanın, sürdürenin, ihanet edenin ve sorumlu olanın, emperyalistlerin aldattığı isyancı, ihtilalci ve savaşçı Ermeniler olduğunda mutabıktır. Üçü de Ermem milletinin savaşan taraf olduğunu açıkça söylemektedir. Türkler haklıydı, tehcir doğruydu ve gerekliydi Ermenilerin kimlikleriyle en rahat bir şekil de yaşadıkları ülke Türkiye’dir. Asimilasyon ABD’de vardır. Bizim bu tespitlerimizin üç Ermeni liderinin görüşleri ile örtüştüğü açıkça görülmektedir.
Son Söz
Dün sömürgeci İtilaf devletlerinin siyaseti gereğince ihtilalci Ermeniler kullanılarak kanlı olaylar nasıl yaşanmışsa, günümüzde de aynı çevrelerce yine aynı amaçlarla, Ermenistan ve Diaspora kullanılarak Türkiye’ye saldırılar yapılmaktadır. Hedefler değişmemiştir; yine Türk Milletinin birliğinin bozulması, vatanımızın bölünmesi ve egemenliğimizin paylaşılmasıdır. Ancak şartlar ne olursa olsun Türk Milleti, dün olduğu gibi bugün de, her bedeli ödeyecek ve bütünlüğünü koruyarak bekasını devam ettirecektir. Bu konuda hiç kimse ham hayallere kapılmamalıdır.
Kaynakça
Gülseren S. Aytaş, Ermeni Talepleri ve Türkiye’nin Hakları, İstanbul Barosu, 2010 İstanbul
Yusuf HALAÇOĞLU, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Türk Tarih Kurumu, 2001 Ankara Şeref
ÜNAL, Uluslararası Hukuk Açısından Ermeni Meselesi, Türk Tarih Kurumu, 2011 Ankara
Justin MCCARTHY, Ölüm ve Sürgün, Çev. Fatma Sarıkaya, Türk Tarih Kurumu. 2012 Ankara
Gürbüz MIZRAK, Aldatan Kimlik, Türk Bir – Milli Düşünce Merkezi Yay. 2015 Anakara
Ömer SAĞLAM, Ermeniler Buharlaşmadı lar. Türk Bir – Milli Düşünce Yay. 2015 An kara Hanım HALILOVA, Soyu Kırılan Kim? Töre-Devlet Yayın. 2015 İstanbul, imdevler@ gmail.com
Kaçaznuni Ovanes, “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok”, Kaynak Yayınları İstanbul, 2005
Dikran Kevorkyan ile röportaj. Kanal 6 Televizyonu, Ceviz Kabuğu Programı, 7 Ekim 2000,http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/38944-dikran-kevorkyan-ne-bugun-ne-2015te-hic-kimse-nifak-sokamaz.html