Prof. Dr. Mesut AYDIN
Devlet; bir milletin belli bir toprak parçası üzerinde oluşturduğu politik teşkilâtlanma ile ortaya çıkan tüzel bir kişiliktir. Bu tanımlamada ülke (yurt), millet, devlet kudreti (hakimiyet) ve politik örgütlenme gibi önemli kavramlar yer almaktadır. Bunların da modern anlamda devleti oluşturduğu bilinmektedir.
Uluslararası hukukun statüsünü, devletlerin oluşturduğunu dikkate alırsak devletin unsurlarını ve buna bağlı bir takım kavramları ayrıntılarıyla açıklamakta yarar vardır. Devletin, birini diğerine tercih edemediğimiz unsurlarından ilki millettir. Millet, ortak geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğudur. Bir başka ifade ile bir milleti millet yapan en önemli husus, kişilerde ortak bir bilincin var olması ve sınırları belirlenmiş bir ülkeye bağlı ortak yaşama arzusudur.
Devletin diğer önemli ve konumuz itibarıyla üzerinde durmamız gereken unsuru ise ülkedir. Uluslararası hukukta geçerli olan kurallara göre bir devletin ülkesi, devlete ait kara, deniz ve hava unsurlarından oluşmaktadır.
Devletin kara ülkesi, devlet ülkesinin temel taşını oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, devletin kara ülkesi olmadan deniz ve hava ülkesine sahip olması imkânı yoktur. Kara ülkesi, üzerinde bulunan göl ve akarsu türünden iç suları da kapsamaktadır. Kullanım alanı kara parçasının yüzeyi ile sınırlı olmayıp yeraltında da devam etmektedir.
Devletin deniz ülkesi veya yetki alanları kapsamına giren yerler ise iç sular, karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge ve takımada sularıdır. Bu konuda açıklayıcı en temel belge 10 Aralık 1982 tarihinde imzalanan ve 16 Kasım 1994’te yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi(BMDHS)dir.
BMDHS’ne göre iç sular, kıyı devletinin kara ülkesine sıkıca bağlı sular olup; karasularının ölçülmeye başlandığı esas hattın kara tarafında kalan deniz alanlarını kapsamaktadır . Karasuları ise kıyı devletinin egemenliği altında kabul edilen ve kara ülkesini çevreleyen deniz alanları olup; uluslararası hukuka uygun olarak açıklara doğru belirli bir genişliğe kadar uzana ve kıyı devletine ait deniz kuşağıdır . Bir başka ifadeyle kıyı devletinin kıyıları veya iç sularının dış sınırı ile açık deniz arasında kalan belirli genişlikteki bir deniz alanından oluşmaktadır . Devletin deniz ülkesiyle ilgili bir başka tanımlama da bitişik bölgedir. Bitişik bölge, karasularına bitişik olan ve kıyı devletinin belirli bir genişliğe kadar bazı konularda yetkilerini kullandığı açık deniz alanlarıdır . Devletin deniz ülkesiyle ilgili göz önünde bulundurulacak diğer bir unsuru da kıta sahanlığıdır. Kıta sahanlığı, denize kıyı bir devletin kara ülkesinin denizin altında süren doğal uzantısıdır . Münhasır ekonomik bölge ise bir kıyı devletinin karasularının ölçülmeye başlandığı esas çizgilerden itibaren başlayan, 200 deniz miline kadar varan ve karasuları dışında kalan su tabakası ile deniz yatağıdır. Söz konusu su tabakası ve deniz yatağının ve onun toprak altında bu kıyı devletine münhasır ekonomik hakların ve yetkilerin tanındığı bir deniz alanıdır. Kıyı devleti, münhasır ekonomik bölgedeki canlı ve cansız doğal kaynaklar üzerinde ekonomik haklara sahiptir .
Devletin hava ülkesi ise kara ülkesi ve iç sularıvla karasularının üzerinde yer alan saha, hava sahasıdır. Bir devletin hava ülkesinde belirleyici role sahip en önemli ayrıntı FIR hattıdır. Özellikle sivil uçuşların güvenliğinin sağlanabilmesi amacıyla oluşturulan ve sınırları Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO) tarafından belirlenen; içinde uçuş bilgisi, arama kurtarma faaliyetleri ve uyarı sistemlerine de yer verilen hava sahasına FIR (Uçuş Bildirim Bölgesi) hattı denilmektedir .
Devletin esas unsuru olması yanında onun egemenlik sınırını oluşturan ülkenin güvenliği ve bölünmezliği ilkesi de politik anlamda çok önemlidir. Çünkü uluslararası hukuk kurallarına göre kurulan bir devletin ülkesinin, bu devletin rızası olmadan hiçbir biçimde bölünmesi, parçalanması sözkonusu edilemez. Milletler Cemiyeti sözleşmesinin 10. maddesinde üye devletlerin, birbirlerinin ülke bütünlüğüne saygı göstereceklerini taahhüt edeceğine dair kayıtlar vardır .
Milletler Cemiyeti ilkeleri arasına girmiş olan ülke bütünlüğünün belirlenmesi, sınırların tespiti ile vücut bulur. Ayrıca, sınırlar bir devletin hükümranlık haklarının kullanıldığı alanı da belirler. Bu münasebetle, devletler politik örgütlenmeleri vasıtasıyla sınırları belirlenmiş ülke kapsamında hakimiyetlerini gerçekleştirdikleri süre içinde var olurlar. Bir devletin hükümranlık hakkının bittiği ve diğer devletin hakimiyet hakkının başladığı noktaları belirleyen sınırlar, sınırdaş devletlerin yapacağı ikili antlaşmalar ile belirlenebileceği gibi üçüncü devletlerin katılımıyla gerçekleştiren antlaşmalar şeklinde de belirlenebilir. Sınır tespitleri yapılırken birtakım özellikler de göz önünde bulundurulmaktadır. Türk devletinin sınırlarının oluşturulmasında da görüleceği üzere dağ, göl, nehir ve bataklık gibi doğal unsurlardan ya da enlem, boylam ve demiryolu hattı gibi yapay unsurlardan yararlanılmıştır.
Uluslararası hukuka dayalı antlaşmalarla gerçekleştirilen sınır tespitlerinden sonra belirlenen sınırların genişletilmesi veya değiştirilmesine yönelik sorunlar da önemli bir yer tutmaktadır. Bu, sadece araziyle ilgili bir konu olmayıp, arazi üzerinde yaşayan toplulukların geleceklerini de yakından ilgilendirmektedir. Bu açıklama, kimi kavramların sınırlarla birlikte mütalaa edilmesini gerektirmiştir. Uluslararası hukuk içinde değer bulan bu kavramlar ise milliyetler prensibi ve self-determination hakkıdır. Milletlerin, geleceklerini bizzat kendilerinin belirlemeleri anlamına gelen self-determination hakkı, 5 Ocak 1918 tarihli Wilson ilkeleri içinde de yer almış ve 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti ile geçerlilik kazanmıştır.
Wilson İlkelerinin 12. maddesi yukarıda belirtilen self-determination hakkını içermektedir. Aynı hususlara Misâk-ı Millî’de de işaret edilmiştir. Osmanlı Devletinin Mondros Mütarekesini imzaladığı tarihlerde, sahip olduğu toprak bütünlüğü ve üzerinde yaşayan insanların geleceği sözkonusu edilmiştir. Misâk-ı Millî’nin birinci maddesinde yer alan ifadelerde; self-determinasyon hakkının, Osmanlı sınırları içinde yaşayan “din, ırk ve soy bakımından birleşik ve birbirine karşı saygı ve fedakârlık duygularıyla dolu olarak soy ve toplum hukukları ile muhitlerinin şartlarına tamamıyla uyan” Osmanlı-İslâm çoğunluğuna da verilmesi ve yapılacak olan bir halk oylaması ile geleceklerini belirlemelerinin gerekliliği üzerinde durulmuştur. İkinci ve üçüncü maddede de aynı husus gündeme getirilerek Elviye-i Selâse (Ardahan, Kars ve Batum) ve Batı Trakya Müslüman-Türk azınlığının da serbestçe iradelerini yansıtmalarına yardım edilmesi gerektiğine işaret edilmiştir.
Misâk-ı Millî, geniş manada, XIII. yy’da Türklere yeni ufuklar açan Hacı Bektaşî Velî’nin veciz sözü ile bütünleştirebileceğimiz şekliyle “eline, beline ve diline sahip çıkmak” , dar manada ise Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra, millî özelliklere sahip bir Türk Devletinin kurulması ve bağımsız bir yapıya kavuşması hususunda uyulması gereken ilkelerdir.
Misâk-ı Millî, iradelerini serbestçe kullanacak olan ahalinin millî, iktisadî, siyasî, içtimaî (sosyal), hukukî, malî, harsî (kültürel) gelişmesine engel teşkil edecek hiçbir yükümlülük altına girmeyeceğini de ifade etmektedir. Esas üzerinde durulması gereken konu da budur. Çünkü Misâk-ı Millî başlı başına bir sınır sorunu olmayıp, sınırları belirlenmiş bir ülke içinde yaşayan ahalinin mutluluğunu sağlayacak olan millî politikanın adıdır. Milli Mücadele dönemi ile birlikte hedeflenen ve gerçekleştirilmeye çalışılan da budur. Atatürk, millî politikayla ilgili olarak; “devletin her yönüyle milli bir politika izlemesi ve bu politikanın bünyemize tamamen uygun ve dayalı olması lazımdır. Milli politika dediğim zaman kastettiğim anlam ve işaret etmek istediğim husus şudur; Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanıp varlığımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek mutluluğu ve kalkınmasına çalışmak… Rastgele bitmeyen emeller peşinde milleti uğraştırmamak, zarara uğratmamak… Medeni dünyadan, medeni ve insanca muameleyi, karşılıklı dostluğu beklemektir” şeklinde bir tanımlama yapmaktadır.
Millî Mücadele dönemi ve yeni kurulan Türk devletinin amentüsü diyebileceğimiz Misâk-ı Millî, Erzurum Kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919)’nde şekillenmeye başlamıştı. İçerik bakımından mahalli bir görüntü çizse de millî bir bütünlük arz eden Erzurum Kongresi kararları Misâk-ı Millî’ye temel teşkil etmiştir. Kongre kararlarının özünde Doğu Anadolu bölgesinin geleceği ile ilgili kararlar söz konusuysa da tüzükte belirtildiği gibi “ Bir bütün oluşturan Doğu Anadolu illeriyle birlikte kutsal amacın elde edilmesi için girişimlere devam edilecektir” denilmiştir. İkinci maddede ise Osmanlı yurdunun bütünlüğünden bahsedilerek, bölünmezlik düşüncesi bölgesellikten çıkartılmış, bütün bir Osmanlı memleketini kapsayacak şekilde yaygınlık kazandırılmıştır. Yine, “her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet birlik olarak kendisini savunacak ve karşı koyacaktır” ilkesi, Misâk-ı Millînin başlıca dayanağıdır. Bunu bütünleştiren bir başka nokta da “Kuvay-ı Milliyeyi âmil ve irâde-i Milliyeyi hâkim kılmak esastır” şeklinde kongre kararları arasında yer almış kayıtlardır. Misâk-ı Millînin önemli unsurlarından biri olarak karşımıza çıkan “millî yapıyı bozacak her türlü ayrıcalığın reddedilmesi” düşüncesi de Erzurum Kongresinden itibaren yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Özellikle, “Hıristiyan azınlıklara siyasî hakimiyet ve sosyal dengemizi bozan ayrıcalıklar verilemez” kararı, bu noktada birbiriyle bütünlük oluşturan önemli olgulardı.
Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) de Misâk-ı Millî ilkelerinin belirlendiği bir sürecin başlangıcı olmuştur. Erzurum Kongresinde kabul edilen kararlar, Sivas’ta onaylanmıştır. Ayrıca; Amasya Tamiminde işaret edilen “Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için her türlü baskı ve kontrolden uzak” millî bir heyet, Sivas’ta faaliyetine başlayarak, oluşturulan millî politikayı yönlendirmiştir.
Bu bilgiler de gösteriyor ki, Misâk-ı Millî taslağı, Sivas Kongresi kararları doğrultusunda Ankara’da gerçekleştirilen toplantılarda hazırlanmıştır. Fakat Ankara’da hazırlanıp İstanbul’a gittiği şekliyle değil, üzerinde yapılan bir takım tartışma ve düzenlemelerden sonra imza altına alındığı ifade edilebilir. Tartışmalara katılanlar ise İstanbul’da açılacak olan Meclis-i Mebusan seçimlerini kazanan milletvekilleridir. Zirâ Ankara’da hazırlanan metin, Trabzon milletvekili ve aynı zamanda Heyet-i Temsiliye üyesi bulunan Hüsrev (GEREDE) Bey tarafından İstanbul’a götürülmüştür. 22 Ocak 1920 tarihli toplantıda görüşülmeye başlanan Misâk-ı Millî metni, Osmanlı Mebusan Meclisinin 28 Ocak 1920 günkü oturumda Hüsrev (GEREDE) Bey tarafından okunmuştur. Milletvekilleri tarafından kabul edildikten sonra 17 Şubat 1920 tarihinde de dünya kamuoyuna ilan edilmiştir.
Yukarıda kısaca değinilen kongre kararlarından kaynaklandığını ifade ettiğimiz Misâk-ı Millî ilkelerinin nerede, kimler tarafından oluşturulduğu ve son şekline nasıl getirildiği konusunda oldukça değişik bilgiler mevcuttur. Kimi Meclis-i Mebusan üyeleri, Misâk-ı Millî taslağını kendilerinin şekillendirdiğini veya kendi görüşlerine uygun bir şekilde düzenlediklerini öne sürmüşlerdir. Kimileri de Misâk-ı Millînin Mebusan Meclisinde oluşturulan bir komisyonda şekillendirildiğinden bahseder.
Farklı açıklamaların nedeni Misâk-ı Millî metninin Mebusan Meclisinin açık ya da gizli oturumlarında değil de grup niteliğindeki özel toplantılarda görüşülerek belirlenmesindendir. Bir başka ifadeyle tartışmaların gizli tutulması ve toplantılarla ilgili tutanak tutulmaması, değişik anlatımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. İmzalanan orijinal metnin elde bulunmaması da bu tür tartışmalara farklı bir boyut kazandırmaktadır.
Sonuç olarak Misâk-ı Millî, Ankara’da oluşturulmuş ve İstanbul’da meclis çalışmalarına paralel olarak şekillendirilmiş tarihi bir belgedir. Bu bağlamda kimin ne şekilde Misâk-ı Millîye katkıda bulunduğuna değil, ona ne şekilde uyulduğuna kafa yormak gerekmektedir.
Misâk-ı Millî, kimilerince Türk Milleti adına özgürlük isteğini ifade ettiği için Magna Chartaya, kimilerince de millîlik vasfından dolayı İnsan Hakları Bildirisine eş değerde bir belge olarak görülmektedir. Misâk-ı Millînin farklı bir boyutu da Türk milletinin ideali olarak karşımıza çıkmasıdır. Çünkü Misâk-ı Millî, uzun yüzyıllar yaşatılan Türk devlet geleneğinin özümsenerek hayata geçirilmiş bir örneğidir. Diğer milletlerin ve devletlerin geliştirdikleri idealler (Grek Projesi, Megali İdea, Büyük Bulgaristan, Büyük Suriye, Büyük Ermenistan vs.) dikkate alınırsa, Misâk-ı Millînin de Osmanlı Devletinin yıkıntıları içinde, yeniden var olma mücadelesi veren millîci bir zümrenin yeşerttiği bir ideal manzumesi olduğu ve millî politika olarak geliştirilmeye uygun bir özellik taşıdığı söylenebilir. Misâk-ı Millî, bu devrede diğerlerine nazaran “yayılma siyaseti” değil bir “savunma siyaseti” olarak değer kazanmıştır. Misâk-ı Millî’nin içeriği dikkate alınırsa doğrudan doğruya Türkiye’nin o günlerde içine düştüğü durum ve bu durumdan nasıl kurtulacağını gözeten ilkeler ön plana çıkmaktadır. Düşüncemize göre, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi de bu dönemin savunma politikalarının parolasından başka bir şey değildir.
Milli Mücadele dönemi şartlarında belirli bir çerçeveye oturtulan Misâk-ı Millî, o dönemle sınırlı tutulmamalıdır. Somut bir kavram veya değişmez ilkeler olarak değerlendirilir ve bu şekilde bir rol biçilirse büyük bir yanılgıya düşülür. Çünkü başlangıçta eldeki mevcut sınırların korunması şeklinde ortaya çıkan Misâk-ı Millî, asla somut bir kavram olarak değerlendirilmemelidir. Atatürk’ün bu konudaki değerlendirmesi günümüz için hala geçerliliğini korumaktadır. O; “Misâk-ı Milli’nin asli özellikleri kesin sonuca ulaşacağımız güne kadar devam eder…” sözleriyle geliştirilmesi ve asla vazgeçilmemesi gereken bir düsturdan bahsetmektedir. Burada dikkati çeken bir başka husus da ulaşılması amaçlanan sonuçlar bakımından zaman-mekan sınırlamasının olmamasıdır. Zaman-mekan sınırlamasının söz konusu olmamasıyla ilgili olarak Atatürk: “…Efendiler! Teşkilat-ı milliyemizin bugün takip ettiği gaye vatanın inkısamdan ve milletin esaretten tahlisine matuftur. İnşallah zaman-ı karibde teşkilat-ı milliye bu gayenin istihsali ile deruhte ettiği vazife-i vataniyesini ifa edecektir. Fakat vazifesini ikmal etmiş sayılacak mıdır? Bence bundan sonra da pek mühim vazife-i vataniye ve milliyemiz vardır. Ezcümle ahval-i dahiliyemizi ıslah ile milel-i mütemeddine meyanında faal bir uzuv olabileceğimizi fiilen isbat etmek lazımdır….” diyerek, konuya açıklık getirmiştir.
Atatürk’ün “Teşkilat-ı Milliyemizin bugün takip ettiği gaye” diye tarifini yaptığı Misâk-ı Millî, bilakis soyut bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Hatta günümüze etki edecek, devleti yönlendirecek millî bir politika özelliği ön plana çıkartılmalıdır. Atatürk’ün millî politika olarak tanımladığı Misâk-ı Millî ilkelerinin özünü istiklal-i tamme oluşturmaktadır. Atatürk, Misâk-ı Millîden ilham alarak istiklal-i tamm fikrinden; “ …. Biz; yaşamak isteyen, onur ve şerefi ile yaşamak isteyen bir milletiz… Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve kanını sonuna kadar akıtmaya karar vermiştir. O nokta; tam bağımsızlığımızın sağlanması ve devam ettirilmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel vs. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımızın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek manası ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir…” şeklinde bahsetmektedir. O halde Atatürk’ün yukarıda sıraladığı özelliklerin hepsinde başarı sağlamak şarttır. Bunlardan birinde başarısız olmak istiklal-i tamm fikrine dolayısıyla Misâk-ı Millî idealine ulaşılmasını da engelleyecektir.
Atatürk, istiklal-i tamm fikrinin gerçekleşmesi için askerî ve politik istiklalin teminiyle birlikte o dönemin güç şartları içinde iktisadî, adlî, malî, kültürel (harsî) manada da bir çalışma başlatmış ve büyük bir mesafe kat etmiştir. Bu çalışmalar sırasında Misâk-ı Millîden kesinlikle ödün verilmemiştir. 21 Şubat-12 Mart 1921 tarihleri arasında gerçekleştirilen Londra Konferansında Ankara Hükümetini temsilen İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerle ikili anlaşmalar yapan Bekir Sami (KUNDUH) Bey’in durumu ve Misâk-ı Millîye aykırı özellikler taşıdığı gerekçesiyle anlaşmaların şiddetle eleştirilmesi, Misâk-ı Millî fikrinin Mustafa Kemal ve Büyük Millet Meclisince ne kadar titizlikle savunulduğu dikkat çekicidir. Bekir Sami Bey’in Fransız ve İtalyan meslektaşlarıyla gerçekleştirmiş olduğu ikili anlaşmalarda Türkiye’nin iktisadî ve malî çıkarlarına büyük bir ipotek konulduğu, I. Dünya Harbine girerken kaldırıldığı ilan edilen kapitülasyonların sanki tekrar hortlatıldığı görülmekteydi. Bu yüzden Bekir Sami Bey Ankara’ya döndüğünde çok zor durumda kalmış ve istifa etmişti.
İngilizlerle yapılmış olan Üsera Mübadelesi Anlaşması da adlî manada istiklalimizi hiçe sayan ve eşit şartlarda gerçekleştirilmemiş bir anlaşmanın hükümlerini içeriyordu. Çünkü, tüme-tüm bir anlaşma özelliği taşımamaktaydı. Anlaşmanın içeriğini ise İngilizlerin dikte ettirdiği şartlar oluşturuyordu.
İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar ile yapılan anlaşmaların hepsi Büyük Millet Meclisi tarafından reddedilmiştir. Bunların yerine Türk Milletine hayat hakkı tanıyan, hukukunu meşru kılan anlaşmalar gerçekleştirilmiştir. Başlangıçta dikkate bile alınmayan Misâk-ı Millî, ilgili devletlere kabul ettirilmiştir. İngilizlerle Ekim 1921 tarihinde esir mübadelesine ilişkin yeni bir anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmayla Ankara Hükümetinin İstanbul temsilcisi ve Kızılay (Hilal-i Ahmer)’ın ikinci başkanı Hamid Bey tüme tüm esasına göre esir mübadelesi gerçekleştirmiştir. Aynı tarihlerde Fransızlarla Ankara İtilafnamesi’nin imzalandığını görmekteyiz.
Bekir Sami Bey’in Londra’da gerçekleştirdiği anlaşmaların tahlili, Ankara Hükümetinin Misâk-ı Millîyi bir politika olarak uygulamaya soktuğunu ve herhangi bir şekilde ödün vermediğini açıkça göstermektedir.
Çeşitli akımların etkisi altında kalmadan millî benlik bilincine vakıf nesiller yetiştirmenin yegâne şartının, millî eğitim seferberliği ile mümkün olabileceğini idrak eden Mustafa Kemal (ATATÜRK), Sakarya Muharebesi öncesinde 15 Temmuz 1921 tarihinde Maarif Kongresini toplamıştır. Hakimiyet-i Milliye Gazetesi baş yazısında, “…Üçüncü Yunan taarruzunun en ateşli zamanlarında, öğretmen ordusunun geleceğiyle meşgul bulunuyor. Bu necib ve ulvi misal Türk tarihinin misli ender bulunan kıymetli hatıralarından biri olacaktır….” diyerek Maarif Kongresinin dünya tarihinde bir benzerinin bulunmadığına işaret ediyor ve en buhranlı dönemlerde bile Atatürk’ün millî eğitime verdiği önemi vurguluyordu.
Mustafa Kemal’i böyle bir düşünceye yönelten ise Misâk-ı Millî’den başka bir şey değildi. İktisadî, politik, sosyal vs. gibi yönlerden istiklale ulaşsa dahi kültürel olgunluğa ulaşmayan ve geçmişiyle bağlar kuramayan Türk Milletinin büyük felaketler ile karşı karşıya kalmasının kaçınılmaz olacağını en iyi bilenlerdendi. Nitekim O, “…Özellikle, bizim milletimiz, millî anlayışa sırt çevirmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli topluluklar, hep millî ilkelere sarılarak, milliyetçi ülkünün gücüne dayanarak, kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Gücümüzü yitirdiğimiz anda bizi aşağıladılar. Küçük gördüler. Anladık ki suçumuz, kendimizi unutmaklığımızmış” sözleriyle millî benlik, eğitim ve kültür olgusunun önemini açık bir şekilde vurguluyordu.
Mustafa Kemal, Maarif Kongresini açış konuşmasında kongrede hazır bulunanlardan Türkiye’nin milli eğitim teşkilatını kurmalarını istemiş ve sözlerini şu şekilde sürdürmüştü: “Şimdiye kadar izlenmiş olan eğitim ve öğretim biçimlerinin, ulusumuzun gerilemesinde en önemli nedenlerden biri olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal eğitim programından söz açarken, geçmişin asılsız uydurmalarından, yaradılışımıza uymayan yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelebilen her türlü etkiden büsbütün uzak, tarihi ve ulusal varlığımıza uygun bir kültürü öne sürmüş oluyorum. Çünkü ulusal dehamızın tam olarak gelişmesi, ancak böyle bir kültürle sağlanabilir. Rastgele bir yabancı kültürü kabullenmek, şimdiye kadar peşine takıldığımız yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür, ortama uyumludur. O ortam, milletin karakteridir.”
Yine aynı kongrede yeni yetişecek nesillere neler öğretilmesi gerektiği de bir düstur olarak Mustafa Kemal Paşa’nın ifadeleriyle vücut bulur. Bu sözler: “…Onlara özellikle varlığı ile hakkı ile birliği ile ters düşen bütün yabancı unusurlarla mücadele lüzumunu ve millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakârlıkla savunma zorunluluğu telkin edilmelidir…” şeklinde idi.
Eğitim ve kültür seferberliğinin önemli aşamalarından biri de “Misak-ı Maarif” diyebileceğimiz ve bizzat Atatürk’ün emir ve direktifleri ile Mustafa Rahmi (Balaban) Bey’e hazırlatılan “Gazi Hazretlerinin Eğitim Umdesi; Asrî Terbiye ve Maarif” adlı eserdir. Bu eser, 1923 yılında Maarif Vekâleti Mecmuasında yayınlanmış ve eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ne zemin hazırlamıştır.
Misâk-ı Millîde hedeflenen bir başka husus da iktisadî istiklal fikridir. Yeni Türk devleti, bu hususun önemine binaen ilk hükümet (İcra Vekilleri Heyeti) bünyesinde İktisat vekilliğini oluşturmuş ve zaferden sonra da İzmir İktisat Kongresini toplamıştı. İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar, İktisat Esaslarımız başlığı ile açıklanıyor ve “Milletimiz geçmişinden değil, artık geleceğinden sorumludur…” şeklinde devam ediyordu. Kongrede bütün delegelerin ittifakı ile kabul edilen ve 12 maddeden oluşan “Misak-ı İktisadî” yeni Türkiye’nin iktisadî hedeflerini belirliyor ve çizilen sınırlar içerisinde iktisadî durumun nasıl geliştirileceğine işaret ediliyor ve şu önemli mesaj ile sona eriyordu: “Her Türk Kadını ve kocası, çocuklarını iktisadî misaka göre yetiştirir.”
Son olarak, konumuzla yakından ilgili olması dolayısıyla politik istiklal ve onu belirleyen sınırlar üzerinde durulmalıdır. Bilindiği gibi, politik istiklal belirli bir sınır dahilinde vücut bulur ve en basit ifadesiyle onun muhafazasına çalışılır. Misâk-ı Millî metninde çok açık bir biçimde sınırlardan bahsedilmez. Ancak birinci madde içinde zikredilen coğrafya ana hatlarıyla belirlenmiş ve Suriye’nin bir kısmını içine alacak şekilde güney sınırlarının bir tablosu çizilmiştir. Bu, Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk gelişinde halka yaptığı konuşmasında da aynen ifade edilmiştir. Orada sınırla ilgili ibareler ve M. Kemal’in düşünceleri ise şu şekilde belirginleşmişti: “I. Dünya Harbinin sonuçları, devletimizin bir takım fedakarlığa katlanmasını zorunlu kılıyor. Buna göre devlet için millî, yeni bir sınır kabul ettik… Mütareke imzalandığı gün ordularımız fiilen bu hatta hakim bulunuyordu. Bu sınır, İskenderun Körfezi güneyinden Antakya’dan Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü güneyinde Fırat Nehrine kavuşur. Oradan Deyr-i Zor’a iner; Daha sonra doğuya kıvrılarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır…”
İkinci maddede Elviye-i Selase (Ardahan, Kars, Batum) ve bu beldelerin geleceğinden bahsedilmiştir. Elviye-i selase toprakları Türk Devletinin mütarekedeki kuzey-doğu sınırlarını oluşturmaktadır. Üçüncü madde içinde belirtilen Batı Trakya ise Rumeli sınırları hakkında ipuçları vermektedir. Şu halde; yukarıda belirtilen güney sınırlarıyla doğuda Elviye-i selase ve batıda Batı Trakya’yı da içine alan bir coğrafya, Misâk-ı Millînin sözkonusu ettiği sınırları ifade etmektedir.
Yukarıda belirtilen topraklar Türk nüfusunun yoğunlukla yaşadığı yerlerdi. Yeni Türk devletinin vatan toprakları olarak kabul edilen bu coğrafyada Osmanlı mirî sisteminin geçerli olması da ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir husustur.
Osmanlı Devleti zamanında Anadolu’da miri rejimin sınırları Şam’dan başlamaktadır. Şam, miri rejime dahildir. Ancak, Şam’ın güney sancaklarında miri rejim tam anlamıyla uygulanamamasına karşın kuzeyde, Halep ve çevresinde ise kesintisiz olarak uygulanmıştır. Miri sınır, Şam’dan kuzey-doğuya doğru, Suriye çölünü güneyde bırakarak, Rakka’yı içine alıp Bağdat’ın kuzeyinden Tebriz’e ulaşmaktaydı. Tebriz de miri rejime dahildi. Fakat, Osmanlı-İran mücadelelerinde Tebriz’in sıkça el değiştirmesi, burada miri rejimin uzun süre ve tam olarak uygulanmasına imkan vermemiştir. Ancak Osmanlı öncesinde, tarihi süreç içinde yoğun Türk nüfus ve kültürünün varlığı, Tebriz’in miri rejimin dışında bırakılmasını imkansız kılmaktadır. Miri sistem dahilinde kabul edilen sınır, Tebriz’den kuzey-batıya hareketle, Kafkas Dağlarının batısından Nahcivan ve Revan’ı(Erivan) içine alarak Batum’a ulaşır.
Rumeli’de ise miri rejim, Tuna nehri tabii sınır olmak üzere Bulgaristan, Makedonya, Bosna ve Belgrat’ı içine alır. Bu bölgede Budin 1686’da Avusturya’nın eline geçmiş, Mora ise 1687-1716 yıllarında Venediklilerin elinde kalmıştı. Belgrat da 1718-1739 yılları arasında Avusturya’nın hakimiyeti altında kalmıştı. Dolayısıyla; Budin, Belgrat ve Mora’da miri rejim tam olarak uygulanamamıştır. Girit ise miri rejim kapsamında olmasına karşın ulaşım zorluklarından dolayı burada da miri rejim gerçekleştirilememişti.
Kıbrıs’ta ise durum daha farklıdır. Osmanlı fethi (1571)nden sonra 1878 yılına kadar kesintisiz olarak Türk hakimiyetinde kalan Kıbrıs, aynı zamanda Anadolu’dan sürekli göçürmeler yoluyla Türk nüfusuyla beslenmiştir. Daima miri rejimin uygulandığı Kıbrıs’ta Türk nüfus ve buna bağlı olarak da Türk kültürü yerleştirilmiştir.
Bu tarihi zemin ve sınırlar, Türk Milli Mücadelesinin de sınırlarını teşkil etmiştir. Aynı zamanda günümüze kadar devam eden sorunların kaynağı da yine bu alanlar olmuştur. Osmanlı Devletinin dağılma sürecine girdiği 19. yüzyıldan itibaren kopmaların, kenar bölgeler diyebileceğimiz özerk bölgelerden başladığı görülür. Kuzey Afrika’da Tunus, Cezayir ve Mısır işgal veya himaye edildiği zaman, Türkiye lehine olmak üzere, halk tabanında ciddi bir direnişle karşılaşılmadı. Yabancı işgalleri Şam’a ulaştığında direniş, daha çok fikri planda kaldı. Halep’de ise tam anlamıyla bir teşkilatlanma söz konusu idi. Zira Halep, öteden beri Türk kültürünün karakteristik özelliklerini göstermekteydi. Sözkonusu işgaller, Gaziantep ve Kilis’te de silahlı direnişle karşılaşmıştır. İtilaf devletlerinin işgalleri Basra’dan itibaren kuzeye doğru gelişirken, Basra ve Bağdat’ta halk nezdinde önemli bir direnişle karşılaşmamasına karşın Musul, Kerkük ve Erbil’e gelindiğinde, aynı paralelde teşkilatlanmalar ve Mardin’de silahlı direnişle karşılaşmıştı.
Kafkaslarda da aynı durumu görmek mümkündür, Azerbaycan’dan çekildiğimiz zaman buralar Ruslar tarafından işgal edildi. Doğu’daki direnişin sınırlarında da miri rejimin sınırları ile büyük bir benzerlik sözkonusudur. Zira 1878 Berlin antlaşmasıyla Ruslara bırakılan Kars, Ardahan ve Oltu gibi kazalarda, hedefi Türkiye ile birleşmek olan Şura Hükümetleri kurulmuş ve silahlı direniş sözkonusu olmuştur. Rumeli’de ise işgallere karşı Edirne’de şiddetle tepki gösterilerek, Paşaeli ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştu.
Türk Devletinin hakimiyet sahasının tamamen ortadan kaldırılması veya küçük bir alana daraltılmasına yönelik planlar ve buna dayalı antlaşma tasarılarının gündeme getirilmesi Türk Milli Mücadele Hârekatının başlamasına zemin hazırlamış ve TBMM’nin sevk ve idaresi ile sözkonusu sınırlar dahilinde bir Türk Devletinin kurulması fikri geçerlilik kazanmıştı. 11 Mayıs 1920 tarihinde Osmanlı Hükümetine sunulan Sevr antlaşmasına tepki olarak Ankara Hükümeti, Misâk-ı Millî de dahil olmak üzere geçerliliğini onaylatmak üzere Bolşeviklerle temasa geçmiş ve bir elçilik heyetini Moskova’ya gitmek üzere yola çıkartmıştı.
Müttefikler ise Sevr’i zorla Osmanlı Hükümetine onaylattırmak amacıyla 11 Temmuz 1920 tarihinde Spa’da bir araya gelmiş ve “Antlaşma bugünkü biçimi ile imzalanmayacak olursa müttefik devletler imzalanmasını ve uygulanmasını zorlamak için gerekli görecekleri eylemde bulunacaklardır…” şeklinde bir karar almışlardı. Kimi araştırmacılara göre konferans kararının İstanbul’a ulaştığı tarihlerde, Ankara’da ise TBMM hummalı bir çalışma içine girmişti. Moskova’ya giden heyet ise 24 Ağustos tarihinde Misâk-ı Millînin ilke olarak kabul edilmesinin şart koşulduğu bir antlaşma tasarısını hazır hale getirmişti. Bu da politik manada sınırların muhafaza ve idame ettirilmesi hususunda ne kadar kararlı olunduğunu göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır.
Misâk-ı Millîde vücud bulan sınırlar ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir başka husus da yukarıda açıklandığı gibi soyut bir özellik arzetmesidir. Zira; Atatürk, Misâk-ı Millî sınrlarının sabit olmadığını sırası geldiğinde değişebileceğini de ifade etmiştir. Bu düşünceyi destekler mahiyette olan şu anekdot Atatürk’ün muhayyilesindeki sınırları ortaya koymaktadır. Atatürk, Mc Arthur ile yapmış olduğu mülakatta, “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye sınırları içine katacağım…” şeklinde bir açıklama yapar ki; bu, ütopik bir değerlendirme olarak kabul edilse dahi, Misâk-ı Millînin ve orada kasdedilen sınırların sabit lmadığını ortaya koymaktadır.
Özellikle Musul sorununda gösterilen kararlılık ve askerî müdahale hazırlığı içinde bulunulması bu konuda verilecek en güzel örneklerdin biridir. Fakat İngilizlerin tahrik ve teşvikleri sonucu ortaya çıkan Şeyh Sait isyanı, Musul için yapılacak girişimleri sonuçsuz bırakmıştır. Ayrıca 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesindeki bağlayıcı kayıtların 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesiyle şartlar değişmiştir prensibinden hareketle kaldırılması, üzerinde önemle durulması ve düşünülmesi gereken hususlardan biridir.
Yine, Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı hususunda 1921-1939 yılları arasında Ankara Hükümetinin üzerine düşen görevleri büyük bir özveri ile yerine getirmesi ve sınır değişikliğinin gerçekleştirilmesi her türlü takdirin üzerindedir.
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış antlaşması ile ulaşılan sınırların dışında kalan Türk dünyası ile söz konusu olacak ilişkilerin düzenlenmesi de Misâk-ı Millînin en önemli özelliklerinden biridir. Atatürk’ün, 29 Ekim 1933 tarihinde altını önemle çizdiği esaslar, Misâk-ı Millinin siyasî ve kültürel hedeflerini ve sınırlarını da belirtmektedir. Bugünkü hükümetlerin yegâne düsturu olması dileğiyle Atatürk’ün bu veciz sözünü aynen yayınlıyoruz:
“…Bugün Sovyetler birliği, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Manevî köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür…
Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir…”
Misâk-ı Millî’den hareketle ulaşılan sınırlar dikkate alındığında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kara sınırları ve karasuları uluslararası teamüllere uygun birtakım antlaşmalarla tespit edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuzey-doğu sınırının tespit ve tanzimi 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması ile gerçekleştirilmiş ve 13 Ekim 1921 tarihinde söz konusu edilen Kars Antlaşması ile de Ermenistan, Gürcistan ve Nahcivan dolayısıyla Azerbaycan’a teyid ve tescil ettirilerek geçerlilik kazandırılmıştır. Başlangıçta Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ile sınırdaş olan Türkiye, SSCB’nin teşekkülünden sonra uzun bir süre, sınır meselelerini bu ülke ile halletmek yoluna gitmiştir. Türkiye’nin kuzey-doğu sınırı da “Türk-Sovyet” sınırı olarak kabul görmüş ve bu durum Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar devam etmiştir. Sınır çizgisi bakımından herhangi bir değişikliğin söz konusu olmadığı Türkiye’nin kuzey-doğu sınırları ötesinde, eskiye dönüş yaşanmış ve 1991 yılı ile birlikte bağımsız devletler olarak beliren Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan tekrar sınırdaş devletler olarak geçerlilik kazanmıştır.
Türkiye’nin kuzey-doğu sınırları yaklaşık 610 km uzunluğunda olup Karadeniz kıyılarında Sarp Köyünden başlar ve Aras Irmağının Türkiye sınırlarını terk ettiği Dil Ucu’nda sona erer. Türkiye’nin kuzey-doğu sınırı boyunca Sarp Sınır Kapısı, Akkaya Gümrük Kapısı ve Demirci İstasyonu ile Alican Köyü Sınır Kapısı mevcut olup Nahcivan’a geçiş de dar bir koridordan gerçekleşmektedir.
Türkiye – İran sınırı, uzun dönem devam eden Osmanlı – İran mücadelelerinden sonra tabii hâlini almış ve çok küçük değişikliklerle de günümüze kadar devam etmiştir. (1877-78 Osmanlı Rus Harbine Kadar Türk sınırları içinde yer alan Kotur Kasabasının İran’a geçmesi ve sınır değişikliği yapılması gibi.) Amasya (1555), I. İstanbul (1590), II. İstanbul (1618) ve Kasr-ı Şirin (1639) Antlaşmaları ile tesbit ve tescil edilen sınırlar bu hâliyle daha sonraki antlaşmaların da müracaat kaynağı olmuştur.
Bugünkü şekliyle Türkiye – İran Sınırı, 454 km uzunluğunda olup Türkiye’nin Nahçivan dolayısıyla Azerbaycan ile sınırının bittiği Dil Ucu’ndan yani Aras’ın Türkiye’den ayrıldığı yerden itibaren başlar. Öte taraftan, Türkiye-Irak sınırının başlangıç noktası olan Kelşim Geçidi (Gediği)’ne kadar devam eder. Türkiye-İran sınırı tabii bir sınır görünümünde olup Gürbulak Sınır ve Gümrük Kapısı, Razi İstasyonu ve Gümrük Kapısı, Esendere Gümrük ve Sınır Kapısı ile geçiş temin edilmektedir.
Türk-İran Sınırı etnolojik yönden aynı milleti ikiye bölmekte olup İran Azerbaycan’ı bölgesinde 16 milyon Türk nüfusu yaşamaktadır. Sınır, jeopolitik, stratejik ve teopolitik bakımlardan büyük bir önem arz etmekte, Türkiye Cumhuriyeti ile İran İslâm Cumhuriyeti arasındaki rejim farklılığından kaynaklanan ideoloji transferi, bu bölgede yoğun bir şekilde kendini göstermektedir. Özellikle; İran’ın, Türk sınırına yakın bölgelerde hatta Türkiye Cumhuriyeti topraklarında gerçekleştirdiği faaliyetler ve seçtiği hedef kitleler büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Diğer taraftan, PKK terör örgütünün sınıra yakın İran coğrafyasında barındırılması, İran’ın Türkiye üzerindeki tehditlerini daha belirgin bir hale getirmektedir.
Türkiye-Irak sınırı, Kelşim Geçidi’nden başlayıp Türkiye-Suriye sınırının kesişim noktası olan Dicle-Habur çayı kavşağında son bulmaktadır. Yaklaşık olarak 331 km uzunluğunda bulunan Türkiye – Irak sınırının önemli bir bölümü de tabii sınır görünümündedir. Bundan dolayı, geçişler büyük Oranda Cizre-Silopi-Zaho güzergâhından yapılmaktadır.
Türk-Irak sınırı da “Arazi ve sınır meseleleri, aynı zamanda o arazi üzerindeki insanların mukadderatı meselesidir” ilkesinden hareketle, Türk nüfusunun ikiye bölünmesine sebep olan sınırlardan bir bölümünü oluşturur. Özellikle, Musul, Kerkük ve Süleymaniye bölgelerinde yoğun bir şekilde bulunan Türkler, 1926 Ankara Antlaşması dolayısıyla sınır ötesinde kalmıştır. 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile sonuçlanan siyasî mücadelede Türkiye hem Musul ve havalisini hem de buradaki Türklerin mukadderatını 1951 yılına kadar Irak’ı mandası altında bulunduran İngiltere’nin daha sonra da müstakil bir yapıya kavuşan Irak’ın insafına terk etmiştir. Zira bu bölgede bulunan Türklere karşı yapılan muamele, uluslararası hukuka ve buna dayalı olarak yapılan antlaşmalarda belirtilen hususlara büyük bir tezat teşkil etmektedir.
Türkiye-Irak sınırındaki en önemli sınır ve gümrük kapısı ise Habur Kapısıdır. Son zamanlarda sınır bölgesinde meydana gelen olaylar ve yeni siyasi oluşumları yaratma gayretleri, bölgeyi devamlı surette gündemde tutmaktadır. Özellikle, otorite boşluğundan dolayı bölgede yuvalanmış olan PKK terör örgütünün, Türkiye’nin sınır güvenliğini önemli ölçüde tehdit eder hâle gelmesinden sonra yapılan askerî hareketler ve alınan tedbirler sayesinde temizlenmeye, sınır güvenliği teminat altına alınmaya başlanmıştır. P.K.K. terör örgütünün Türkiye’nin sınır güvenliğini ve ülke bütünlüğünü tehdit altına almak istemesi, yukarıda işaret edildiği gibi başta komşu devletlerin ve bölge ile alakası olan bazı devletlerin takip ettikleri politikalarının bir ürünüdür.
Türkiye-Suriye sınırı, güney şeridinde yaklaşık 877 km uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun sınırı konumundadır.
Türkiye-Suriye sınırı ve ötesi, 1920 yılı ile birlikte yapay bir şekilde yeşertilen Suriye Devleti ve özellikle Hafız Esad yönetiminin ideolojisi dolayısıyla önemli tehdit merkezlerinden birisini oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti’nin mirası üzerine oluşturulan yeni sınırlar sebebiyle sınırların ötesinde kalan Türklerin, oralarda baskı rejimi altında asimilasyona tâbi tutulması gibi hadiseler yanında, Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle PKK terör örgütü başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhinde faaliyette bulunan diğer terör gruplarının himaye edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yakından takip edilmektedir.
Türkiye-Suriye sınırının büyük bir bölümü demiryolu güzergâhı dikkate alınarak oluşturulan yapay bir sınır özelliğini taşımaktadır. Türkiye-Suriye sınır tespiti, 20 Ekim 1921 Antlaşması esas olmak üzere 5 Haziran 1926 ve 23 Haziran 1939 Ankara Antlaşmaları ile gerçekleştirilmiştir. Sınırda; Cizre, Girmeli, Şenyurt, Ceylanpınar, Akçakale, Mürşidpınar, Karkamış, Çobanbey, Öncüpınar, İslahiye, Cilvegözü ve Karbeyaz (Yiğityolu) Gümrük ve Sınır Kapıları vardır.
Türkiye-Suriye sınırı Misâk-ı Milli doğrultusunda takip edilen yoğun siyasetle değişikliğe uğrayan yegâne sınırdır. Hatay’ın anavatana iltihakı dolayısıyla Türkiye topraklarına 5402.6 km2 daha ilave edilmiş, bu durum ise sınır değişikliğini gündeme getirmiştir. “Büyük Suriye” özlemi içinde bulunan Suriye yönetiminin Türkiye ile olan münasebetlerindeki en önemli meseleler, haritalarında kendi sınırları içerisinde göstermeye özen gösterdikleri “Hatay” ile “Su Meselesi”dir. Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, iyi komşuluk hukukuna dayalı olarak kendi sınırları içerisinde doğan ve sınır ötesine giden Fırat ve Dicle ırmaklarındaki suyun kullanımı ile alakalı olarak adil bir bölüşüm gerçekleştirdiği hâlde gerek Suriye’yi ve gerekse Irak’ı bugüne kadar tatmin edememiştir. Bir diğer sorun da Suriye savaşı esnasında ülkelerini terk eden ve Türkiye’ye geçen sığınmacıların durumudur.
Türkiye-Bulgaristan sınırı, 1913 İstanbul Antlaşması esas alınarak Lozan Barış Antlaşması ve 1925 tarihli dostluk ve saldırmazlık antlaşması ile tescil edilmiştir. Yaklaşık olarak 269 km uzunluğundaki Türk-Bulgar sınırındaki mevcut olan Kapıkule Gümrük ve Sınır Kapısı sadece iki ülke arasındaki giriş ve çıkışları temin etmeyip Türkiye’nin Avrupa’ya açılan penceresi konumundadır.
Türk-Bulgar Sınırı 1913 İstanbul Antlaşması’na kadar devamlı surette Türkiye aleyhine bir Bulgar genişlemesine sahne olmuş, bu antlaşma ile de Osmanlı Devleti, Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bırakmak zorunda kalmıştır. 6 Eylül 1915 tarihinde yapılan Sınır Tashihi Antlaşması ile de Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’ı, Doğu Trakya’nın batı şeridinden bazı toprakları vermek suretiyle, içinde bulunduğu ittifak halkasına dahil etmek istediği görülmüş ve bu verilen taviz 24 Eylül 1918 tarihli Müttefikler Arası Berlin Antlaşması hükümlerine kadar devam etmiştir. Bu antlaşma ile Bulgaristan elde ettiği geniş toprak kazancına karşın Türkiye lehine Trakya sınırında bazı düzeltmelere gitmiştir.
Türkiye-Bulgaristan sınırının tespitinde söz konusu olan Bulgaristan’daki Türk varlığı, Türk-Bulgar yönetimlerini zaman zaman karşı karşıya getirmiş ve bu arada yüzyıllık bir dönem içinde söz konusu olan üç büyük göç dalgası ise Türkiye’yi oldukça etkilemiştir. Özellikle, demir perde ülkeleri içerisinde yer aldığı dönemde, önemli derecede kimlik sıkıntısı çeken ve bu yönde büyük bir baskı altında tutulan Bulgaristan Türklüğünün uluslararası hukuka dayalı olarak gerçekleştirilen antlaşmalardaki hak ve imtiyazları, iki ülkenin en önemli meselesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’nin Avrupa yakasındaki diğer komşusu Yunanistan’dır. Yunanistan ile Trakya sınırı, Lozan Barış Antlaşması ile tespit ve tescil edilmişlerdir. Türkiye-Yunanistan arasındaki geçişler ise kara sınırları itibariyle İpsala, Uzunköprü, Pazarkule,-Edirne Gümrük Kapılarıdır.
Yaklaşık 212 km uzunluğundaki Türkiye-Yunanistan sınırı sakin bir görünüm arz etmesine karşın, karasuları ve kıta sahanlığı dolayısıyla Türkiye ile Yunanistan arasındaki meseleler gün geçtikçe yoğunluk kazanmaktadır. Bunun en önemli sebebi ise Yunanistan’ın “Megali İdea”sını gerçekleştirmek pahasına ortaya koyduğu uzlaşmaz ve yayılmacı politikalardır. Batı Trakya’daki Türk çoğunluğunun en tabii hak ve hürriyetlerinin ortadan kaldırılarak sahip oldukları haklarının kısıtlanması iki taraf arasında siyasî gerginliğin artmasına sebep olmaktadır. Ayrıca uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde Adalar Denizi için tespit edilen 3 millik karasularının Yunanistan tarafından tek taraflı olarak 6 mile çıkartılması ve günümüzde bununla da yetinmeyen Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkartarak Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan sıkıntıları daha da tırmandırmaktadır. Böyle bir uygulamanın gerçekleşmesi, Türkiye’nin Adalar Denizinde boğulması ve Kıbrıs ile alakasının kesilmesi anlamına geldiği için savaş sebebi görmesi, meselenin ciddiyetini bir kat daha artırmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye, Adalar Denizindeki karasularının uzunluğu ile ilgili olarak Yunanistan’ın iç hukukunda kabul etmiş olduğu 12 mili fiilen uygulaması durumunda bunun savaş nedeni (casus belli) sayılacağını belirten 8 Haziran 1995 tarihli bir TBMM kararı çıkartmıştı .
KAYNAKÇA
Afetinan, A., İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923, Ankara 1989
Akgün, Seçil, Murat Uluğtekin, “Misak-ı Maarif” Atatürk Yolu, II/3, (Mayıs 1989)
Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1982’ye), Ankara 1982
Arsel, İlhan, Anayasa Hukuku (Demokrasi), Ankara 1964
Atatürk, M. Kemal, Nutuk 1919-1927, (nşr. Zeynep Korkmaz), Ankara 1991
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Ankara 1989
Başeren, Sertaç Hami, Ege Sorunları, TÜDAV Yayınları, No:15, Ankara, 2003.
Baykal, Ferit Hakan, Deniz Hukuku Çalışmaları, Alfa Yayınevi, İstanbul, 1998
Demir, İsmail, Türk Deniz Yetki Alanlarının Belirlenmesinin Hukuki Dayanakları ve İç Hukuk Üzerine Bazı Düşünceler, Adalet Dergisi, 2020/2, Sayı: 65, ss. 27-50
Gökbilgin, M. Tayyib, Milli Mücadele Başlarken I, Ankara 1959
Gönlübol, Mehmet, Barış Zamanında Sahil Sularının Hukuki Statüsü, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara, 1959
İğdemir, Uluğ, Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara 1986
Jaeschke, Gothard, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara 1971
Kabaklı, Ahmet, Temellerin Duruşması, İstanbul 1992
Kansu, Mazhar Müfit, Erzurumdan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber II., Ankara 1988
Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Atatürkçü Düşünce ve Yaklaşım Tarzı, Ankara 1982
Kaymaz, Nejat, “Misâk-ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında” VIII. Türk Tarih Kongresi, 11-15 Ekim 1976, Kongreye Sunulan Bildiriler III, Ankara 1983
Kuran, Selami, Uluslararası Deniz Hukuku, 3. Baskı, Türkmen Kitabevi, İstanbul, 2009
Kültür Bakanlığı, Atatürk’ün Milli Dış Politikası (Milli Mücadele Dönemine Ait 100 Belge) 1919-1923 I, Ankara 1981
Kürkcüoğlu, Ömer, Türk-İngiliz İlişkileri(1919-1926), Ankara 1978
Meray, Seha L., “Bazı Türk Andlaşmalarında Hudutlarla İlgili Hükümler”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi XV/II, Ankara 1960
Meray, Seha L., Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri, Ankara 1977
Nejat Kaymaz,“ TBMM’de Misâk-ı Millî’ye Bağlılık Andı İçilmesi Konusu I”, Tarih ve Toplum, S.19,(Temmuz 1985)
Nur, Rıza, Türk Tarihi I., İstanbul 1924
Olcay, Osman, Sevr Andlaşması’na Doğru-Çeşitli Konferans ve Toplantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler, Ankara 1981
Özman, Aydoğan, Deniz Hukuku I, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006
Öztoprak, İzzet, “Bekir Sami Bey’in İstifası Meselesi” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi IX/ 25 (Kasım 1992), Ankara 1993
Öztürk, Mustafa, “Osmanlı Miri Rejiminin Misâk-ı Millî ile Münasebetleri”, Genelkurmay Başkanlığı Beşinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri I(23-25 Ekim 1995) Ankara 1996
Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri II, Ankara 1989
Sertaç Hami, Başeren, Ege Sorunları, TÜDAV Yayınları, No:15, Ankara, 2003
Şimşir, Bilal N., Malta Sürgünleri, İstanbul 1976
Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün, İstanbul 1993
Tengirşek, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, Ankara 1981
Toluner, Sevin, Milletlerarası Hukuk Dersleri, 4. Baskı. Beta Yayınevi, İstanbul, 1996
Tuncay, Mete, “Misâk-ı Millî’nin 1.MaddesiÜstüne”, Birikim Dergisi III/ 18-19 (Ağustos- Eylül 1976), s. 12-16.
Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, İmparatorluğun Çöküşünden Ulusal Direnişe I, Ankara 1991
Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi II, Ankara 1992