Donald Trump’ın “America First” (Önce Amerika) politikası, onun hem 2016-2020 Başkanlık döneminde hem de 2024 başkanlık seçimi sürecinde savunduğu bir yaklaşımdır. Bu fikir genel manasıyla ABD’nin kendi çıkarlarını küresel işlerin önüne koymayı, ticareti korumayı, dış yardımları kesmeyi ve ittifaklardan çekilmeyi savunmaktadır. 20 Ocak 2025’te Trump ikinci kez göreve başlayınca söz konusu bu politikayı tekrar ABD’nin gündemine getirmiştir.

“America First” kavramı, ABD’de 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan izolasyonist bir düşünceye dayanmaktadır. İlk olarak 1915’te, Birinci Dünya Savaşı’na katılmayı reddeden çevreler tarafından bir slogan olarak kullanılmıştır. Bu dönemde ABD’deki bazı iş adamları, sendikalar ve siyasetçiler, ülkelerinin ekonomik ve askeri açıdan zarar görmemesi için savaş dışı kalmaları gerektiğini savunmuşlardı. Dönemin senatörlerinden William Borah bu fikri savunan çevreler için önemli bir örnektir. Borah, Avrupa’daki çatışmaların ABD halkını ilgilendirmediğini ve kaynakların içeride tutulması gerektiğini söylemişti. Bu yaklaşım, savaşın ilk yıllarında ABD kamuoyunda etkili olmuş ancak 1917’de Almanya’nın bir denizaltı savaşı başlatmasıyla ABD’nin tarafsızlığı sona ermiştir.
ABD Birinci Dünya Savaşı sonrasında tekrar izolasyon politikasına dönmüştür. Amerika Birleşik Devletleri’nin 29. Başkanı Harding’in “Normale dönüş” sloganıyla başlattığı bu dönem, ABD’nin küresel işlerden uzak durmasını hedeflemiştir. 1922’de Fordney-McCumber Tarifesi kabul edilmiş, ithal mallara %38’e varan gümrük vergileri getirilmiştir; bu, özellikle İngiliz ve Fransız ürünlerini vurmuş, ABD sanayisini ise kısa vadede büyütmüştür. Aynı zamanda, 1921 Göç Yasası ile yıllık göçmen kotası 357 binden 150 bine düşürülmüş ve Avrupa’dan savaş sonrası başlayan göç dalgası da engellenmiştir. Avrupa’ya ekonomik yardım ise büyük ölçüde kesilmiş, Versailles Antlaşması’ndan doğan borçların tahsili öncelik olmuştur. Bu politikalar doğal olarak 1920’lerde ABD ekonomisinde bir büyüme sağlamıştır (GSYİH 1921’de 73 milyar dolar iken 1929’da 104 milyar dolara çıkmıştır). Ancak ABD ekonomisindeki bu büyüme küresel ticaretin daralmasına ve neticede 1929 Büyük Buhranı’nın patlamasına da temel oluşturmuştur.
Konu ile ilgili bir diğer önemli örnek ise ABD’nin 31. Başkanı Herbert Hoover döneminde kabul edilen 1930 tarihli Smoot-Hawley Tarifesi’dir. Bu düzenleme ile ABD Hükumeti, 20 binden fazla ithal ürüne ortalama %60 gümrük vergisi koymuş, Amerikan çiftçilerini ve sanayicilerini korumayı amaçlamıştır. Bu hamleye Kanada, İngiltere ve Almanya’nın başını çektiği 25 ülke, ABD’nin ihraç ettiği ürünlere yönelik vergileri artırarak cevap vermişlerdi. Sonuç olarak ABD’nin ihracat rakamarı 1929’da 5,2 milyar dolar iken 1932’de 1,6 milyar dolara düşmüştü. ABD’nin aynı yıllardaki ithalat rakamları ise 4,4 milyardan 1,3 milyar dolara gerilemişti. Bu ticaret savaşı şüphesiz Büyük Buhran’ı derinleştirmişti.
America First fikri 1940 yılında, “America First Komitesi” ile tekrar kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştır. Komite, Avrupa’daki savaşın ABD’yi tehdit etmediğini, askeri harcamaların ülke içinde kullanılması gerektiğini savunmuştur. Ancak 1941’de yaşanan Pearl Harbor hadisesi, bu hareketin etkisini ortadan kaldırmıştır. Böylece ABD’nin izolasyon politikası da sona ermiştir.
Trump ve yeniden “America First”
Trump, “America First”ü öne sürerken, ABD’nin Soğuk Savaş sonrası küresel liderlik rolünden yorulduğu iddiası ile hareket etmektedir. Ona göre, NATO’ya mali katkı sağlamak, dış yardımlarla başka ülkeleri desteklemek ya da Çin gibi rakipler için serbest ticarete izin vermek, ABD halkına zarar vermektedir. Trump bu politikası ile ABD ekonomisini güçlendireceğini ve ülkesinin iç üretimi artırarak işsizliği azaltacağını iddia etmektedir.
Trump’a göre dünyanın diğer ülkeleri ABD’nin “sırtından geçinmektedir”. ABD bu durumu değiştirmeli ve özellikle Avrupa ülkeleri, savunma harcamaları gibi konularda sorumluluklarını yerine getirmelidirler. Nitekim Trump’ın Ukrayna politikasında bu yaklaşım açıkça görülmektedir; Trump, Zelensky’ye “Ya Rusya ile anlaş ya da desteği keseriz” diyerek, Biden yönetiminin başlattığı yardımları kesmiştir. Ayrıca Trump bu politikayı bir araç olarak kullanarak Ukrayna’nın maden kaynaklarına el koymayı da denemektedir. Yine Trump’ın Çin başta olmak üzere birçok ülkeye yönelik uygulamak istediği ek vergi planları da yine America First politikası etrafnda ABD’nin ekonomik hegemonyasını artırmayı amaçlayan adımlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Trump America First politikası ile Avrupalı devletleri güvenlikleri konusunda ekonomik ve siyasi yöntemlerle inisiyatif almaya çağırırken, İsrail’e karşı ise aynı yaklaşımı sergilememektedir. Öyleki Trump, “Gazze boşaltılsın, Filistinliler Ürdün ve Mısır’a yerleştirilsin” diyerek bölgenin kaderini tayin etme rolünü üstenmekte ve bu çerçevede Filistinlileri açık bir şekilde tehdit etmektedir. Her koşulda İsrail’in arkasında yer alacağını vurgulayan Trump, bu çerçevede America First politikası ile ilgili tutarsız bir yaklaşım sergilemektedir.
ABD kamuoyu bu politika karşısında ikiye bölünmüş durumdadır. Cumhuriyetçiler, özellikle Trump taraftarları, “America First”ü desteklemektedirler. Onlara göre, dış harcamalar kesilip vergiler içeride kullanılırsa, halkın refahı artacaktır. Nitekim Mart 2025 verilerine göre Cumhuriyetçi seçmenlerin %72’si bu gerekçelerle USAID ile gerçekleştirilen dış yardımların kesilmesini desteklemektedir. Demokratlar ise bu oran %27’dir. Ayrıca genel olarak Demokratlar America First politikasının ABD’yi yalnızlaştıracağını savunmatadırlar.
America First siyasetinin nasıl bir sonuç vereceğini kestirmek şimdilik oldukça güçtür. Zira bu politikanın sonuçları dünyanın geri kalanının Trump’ın takip ettiği siyaset karşısında nasıl bir tepki vereceği ile ilgilidir. Ülkeler ABD’nin ekonomik yaptırımlarına Büyük Buhran döneminde olduğu gibi bir tepki verirerlerse dünya genelinde büyük bir ekonomik daralma tekrar ortaya çıkabilir. Trump’ın dayatmalarının kabul edilmesi durumunda ise ABD’yi dünya siyasetşinde dengeleyen ekonomik güçler zayıflayabilir ki bu durum ABD’nin kendi iç politikasında bile tartışılır durumda olan hegemonyasını tekrar kuvvetlendirebilir.
ABD, NATO’dan kısmen veya tamamen çekilip muhataplarına “Kendi bütçenizi artırın” derse, şüphesiz Avrupa kendi savunmasını geliştirmeye çalışacaktır. Ancak bu durum kısa vadede gerçekçi gözükmemektedir. Üstelik bu durumda Rusya ve Çin, ABD’nin yarattığı boşluğu dolduracak güçler olabilirler. Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda ABD’ kendi bindiği dalı kesmiş olacaktır.

America First politikasının dünya siyaseti üzerindeki etkileri ne olursa olsun, Trump’ın bu çerçevede takip edeceği yönetim modeli, ABD’nin totaliter bir ülke haline gelmesine de yol açabilecektir. Üstelik son dönemde ABD’de yaşanan kimi olaylar ABD’de bir şeylerin değiştiğini göstermektedir. İki Cumhuriyetçi senatörün 100 Dolarlık banknotların üzerinde Trump’ın resminin yer alması yönünde verdikleri yasa tasarısı ancak günümüzün “tartışmasız lider” kültüne sahip üçüncü dünya ülkelerinde karşılaşılabilecek bir yaklaşımdır. Ayrıca Trump’ın Temsilciler Meclisinde ki konuşması sırasında protesto gösterisi yapan Demokrat Partili meclis üyesinin zorla salondan çıkarılması ve ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun anlında Haç işareti ile canlı yayına çıkması gibi örnekler, sürekli dünyaya ihraç edilmek istenen “Amerikan tipi demokrasi” anlayışının sonuna gelindiğini göstermektedir.
UTAMER Analiz